25 Ocak 2011 Salı

Hasta Bina Sendromu

BÖLÜM 19--------HASTA BİNA SENDROMU

İş hayatındaki temel mutsuzluk sebeplerimizden birisi de bence çalıştığımız ortamlar. Çok azımızın Etiler, Levent civarındaki villa ofislerde çalışma ve bahar ya da yaz aylarında kahve molalarında bahçeye çıkma şansının olduğunu biliyoruz. Çoğumuz, yurdumuzun genel mimarisine uygun şekilde, çirkin ve plansız iş merkezlerinde çalışıyoruz. Kendini şanslı sayan bir azınlık da Maslak, 4 Levent ve Kozyatağı civarına kondurulan gökdelenlerde çalışıyorlar ki bence durumu en kötü olanlar da onlar ama henüz farkında değiller. Bu kesim, güvenlikli, fitness center’lı her yeri cam olan ama camları asla açılmayan bu gökdelenlerde kendilerini New York’ta çalışıyor hayal eder ve çalıştıkları binadan sanki bina kendilerininmiş gibi gurur duyarlar. İşte bu kesime bir haberim var. Gerçi haber yeni değil taaa 2000 yılından kalma. Amerika’da o bol gökdelenli binalarda “Hasta Bina Sendromu (Sick Building Syndrome)” diye bir şey keşfedilmiş.

Bu sendrom camları açılmayan, mekanik sistemlerle havalandırılan binalarda, havalandırma sistemine yerleşen bazı bakterilerin tüm bina çalışanlarını hasta etmesi olarak kayda geçmiş. Bina havalandırmasından tüm ofislere yayılan bakteriler çalışanlarda sürekli yorgunluk, göz kızarması vb şikayetlerle tespit edilmiş. Düşünsenize bir gökdelen dolusu çalışan insan havalandırma yüzünden hasta oluyor. Bence traji komik bir hikaye. Ben bu “Hasta Bina Sendromu”nu bakterilerden kaynaklı olmasa da tüm iş yerlerine uygulamak istiyorum. Bence çoğu iş yerinde “Hasta Eden Bina Sendromu” yaşanıyor (tahmin edeceğiniz gibi bu terimi ben uydurdum). Ama bir düşünün, zaten etrafta pek yeşillik göremediğimiz binalarda yaşıyoruz. Sabahın kör karanlıklarında işe giderken oksijen değil sadece egsoz kokluyoruz. Sonra gidip iş yerine kapanıyoruz. Bütün gün dışarıda nasıl bir hava olduğundan habersiz, gün ışığı görmeden, oksijen almadan akşamı ediyoruz. Dışarı çıktığımızda hava kararmak üzere veya kararmış ve yine egsoz dumanları yükselmiş oluyor. Ayaklarımız tatilden tatile bir yeşilliğe değiyor, toprağa dokunmak için evlerdeki saksılarımızı eşelememiz lazım. Vücudumuzdaki elektriği hiç boşaltamıyoruz. Üstelik her gün yer döşemelerinin altından binlerce kablo geçen ofislerde, sürekli bilgisayar ekranlarına bakarak ve telefon ahizelerine kulaklarımızı yapıştırarak vücudumuzdaki elektriği daha da artırıyoruz. Buna bir de iş yerindeki stresi ekleyin ve niye bu kadar acıklı olduğumuzu düşünün. Mevsimlerin farkına varamadan, ağaçların ne zaman çiçek açtığını bile bilmeden yaşıyoruz. Emekli olunca bahçeli bir evin hayalini kuran ya da bir parça toprakta bir şeyler ekip biçmeyi isteyen insanları bu yüzden anlıyorum. Doğayı bizden bu kadar uzaklaştıran, bizi betonların içine gömen, klimalar ve havalandırma sistemleri ile bizi boğan, gündüz bile elektrik ile aydınlatan iş yerlerini protesto ediyorum. Yeni nesil şehir planlamacıların hem evlere hem de iş yerlerine belli bir yeşil alanı zorunlu kılmalarını, daha çok oksijen ve daha çok güneş ışığının içeri girmesine izin veren bina projelerini dayatmalarını istiyorum.

Bunu neden mi abartıyorum? Çünkü çalıştığım zamanlarda sürekli belim ve sırtım ağrıyor, gözlerim kızarıyor ve çok sık başım ağrıyordu. Bir türlü kendimi dinç ve enerjik hissedemiyordum. Gün geçtikte daha sık tatil yapmaya ihtiyaç hissedip, bilgisayar ekranımın fonuna daha çok yeşillik resmi koymaya başlamıştım. Emekli olmama yıllar olmasına rağmen toprak ekip biçme hayalleri kurmaya başlamıştım. Hali ile “Hasta Eden Bina” konusuna duyarlı yaklaşıyorum. Sizlere de tavsiyem iş ararken kriterlerinize bir de iş yerinizin fiziksel koşullarının iyi olmasını da ekleyin. Bu işsizlikte bir lüks gibi algılayabilirsiniz ama günün büyük bölümünü geçirdiğiniz fiziksel çevrenin, sağlığınız, ruhsal dengeniz ve moodunuz üzerinde büyük etkisi olduğunu hatırlatır ve tekrar düşünün derim.

Hiç yorum yok: