25 Ocak 2011 Salı

"Bölüm bölüm mutsuzluk" üzerine

Bloğuma daha önce yazdığım ama yayınlatamadığım kitabımdan arka arkaya bazı bölümler koydum (bknz önceki kayıtlar). Okur, beğenir ve devamını isterseniz. Şunları da yazmayı planlamıştım:
BÖLÜM 15-------YÖNETİCİNİZ İLE İLİŞKİLER
BÖLÜM 16--------PATRON İLE İLİŞKİLER
BÖLÜM 17--------İŞ YERİNDE MESAİ NASIL TÜKETİLİR?
BÖLÜM 18--------İŞ HAYATINDAKİ SOSYAL ETKİNLİKLER
BÖLÜM 19--------İŞ HAYATI ÖZEL HAYAT DENGESİ
BÖLÜM 20--------İŞ YERİNDE AŞK
BÖLÜM 21--------İŞ YERİNDE MUTSUZ MUSUNUZ TESTİ
BÖLÜM 22--------MUTSUZSANIZ NELER YAPMALISINIZ TESTİ
Ama yayınlatmaktan vazgeçince yazmadım. Mevcut bölümleri okuyup beğenen olursa belki onların gazıyla yazarım diye düşünüyorum. Aslında kitap benim iş hayatı manifestomdu. Kitabın bir kısmını yazdıktan kısa süre sonra işi bıraktım, master ve doktora yaptım, bir ara kendi işimi kurmaya yeltensem de cesaret edemedim. Şimdilerde akademisyen olmaya çalışıyorum, bir yandan da aile işimize dışarıdan destek veriyorum. Ama kitaba yazdıklarım benim mutsuzluğumu farkedip harekete geçmeme sebep oldu. Hem güldürüp, hem düşündürmek istiyordum. Kendim için bunu yaptım ama hala başkaları için de belki işe yarar diye düşünüyorum. Yazdıklarımı burada yayınlama sebebim de bu. Umarım okur ve düşüncelerinizi paylaşırsınız.

Başarı öyküleri gerçekten başarısız!

Kitabıma bu bölümü yazdığım zaman yine iş arayışı içinde idim ve her pazar İK gazetelerine gömülüyordum. Uzun yıllardır pek bakmadığım için hala durum aynı mı bilmem ama o zaman beni gıcık eden başarı öyküleri hala yayınlanıyor ise önce benim yazımı sonra onları okuyun derim.

BAŞARI ÖYKÜLERİ
Son zamanlarda İnsan Kaynakları gazetelerindeki ve web sitelerindeki başarı öykülerini okumaktan size de gına geldi mi bilmem ama ben fena halde bunaldım bunlardan. Şimdi sevmiyorsan okuma kardeşim diyebilirsiniz ama keşke bu kadar basit olsa..
Her pazar gazetelerimi açınca önce pazar gününün keyifli yanını yakalamak için önce magazin haberlerine bakarım ama akşama doğru iş ciddiye biner ve pazartesinin geldiği gerçeği ile yüzleşirim. Tekrar hayatın acıklı yönüne yani kariyerime odaklanırım. Haliyle insan kaynakları eklerine bakmanın zamanı gelmiştir. Hala ciddi bir başarı gösterip mühim bir şirketler grubunda afilli bir yöneticilik kapamamış tüm çalışanlar gibi ben de başarılı insanların kariyer öykülerini gıpta ile okurum. Bu tıpkı mankenlerin güzellik sırlarını okumak gibidir. Kadınlar neden bahsettiğimi hemen anlayacaktır ama beyler için açıklayayım, mankenlerin güzelliğine çok özeniriz ve onların röportajlarda verdikleri ipuçlarını okuyunca bunları uygulayıp onlar kadar güzel bir cilde, saça vs sahip olacağımızı sanırız. Ancak başarısız denemelerden sonra anlarız ki verdikleri ipuçları bizde harikalar yaratmamaktadır, onlar doğuştan şanslıdır, biz taşıma su ile değirmen döndürmeye çalışmaktayızdır. Kötü olan tarafı ise bu başarısız uyarlamalar bizi yeni bir güzellik ipucunu heyecanla okumaktan alıkoymaz, bir türlü akıllanmayız. İşte başarı öykülerini okumakta aynı etkiyi yapmaktadır. Kariyerimde hayal edebildiğim noktaya gelemediğim için hep birşeyleri yanlış veya eksik yaptığımı düşünmüşümdür (yoksa ben keşfedilememiş bir cehverim diyecek kadar mütevazi bir insanım). Dolayısı ile başarılı olanların söyleyeceği şeylerin bana klavuz olmasını beklerim. Zaten bu röpörtajları da bu sebeple yapıyorlar diye düşünüyordum. Ancak anladım ki bunlar sadece bizi daha kötü hissettrimek için yazılıyor. Bu yazıların pek çok yönüne gıcık oluyorum. İşte gıcık olduğum yanları;
1-Başarılı yönetici/firma sahibi vb kişinin özel zevkleri ve seyahatlerine yer vermeleri. Başarılı şahsiyetimizin 70 ülke görmüş olmasından, Afrika’nın en ilginç köşelerinde aslanlarla fotoğraf çektirmiş olmasından bize ne kardeşim. Ha, mesajınız “sizde bunun gibi biri olabilirseniz işte böyle tüm dünyayı gezer sonra da anlatır hava atarsanız” ise sizi çok ayıplıyorum. Yahu insan kaynakları gazetesine en çok iş arayanlar bakar, işinden memnun olupta bu eki şöyle köşe bucak okuyan var mı Allah aşkına? Eee en çok işsizler veya işinden memnun olmayıp birkaç yüz YTL fazla maaş alabileceği bir iş arayan zavallılara bunları göstermenin ne alemi var? Biz ay sonunu getirmenin derdinde iken falanca yöneticinin en çok hangi ülke şarabını sevdiğini anlatmanızın aç birine tatlı tarifi vermekten farkı nedir? Biraz da bu yönden bakın lütfen. Pek sevimli başarılı şahsiyet de aslanlı fotoğraflarını arkadaşlarına göstererek hava atsın.
2-Başarılı şashiyetlerin şirketleri veya kendileri hakkında çok idealize edilmiş şeyler söylemesi ya da tam hissiyatımla söylemek gerekirse palavra sıkmalarına dayanamıyorum. Büyük bir firmanın genel müdürü gazeteye şirketi ve kendi yönetim anlayışı hakkında “bizde hiyerarşi yoktur, tüm kararlarda en alt kademenin bile fikri alınır” türünden şeyler anlatıyorsa bilin ki yalandır. Çoğu büyük firmada arkadaşlarım var, onların iş yerleri hakkında anlattıkları hiç de yöneticilerinin gaztelere verdikleri röpörtajlarla uyuşmuyor. Ama tabi normal karşılamak gerekir. Birine bir mikrofon uzatır veya medyada fotoğrafları ile yayınlayacağınız fikirlerini sorarsanız o da size böyle pembe tablolar çizer. Başarı öyküsünü anlatırken kötü yanlarını veya firmalarındaki sorunları anlatacak halleri yok ya. Ama bazen biraz fazla sallıyorlar gibi geliyor.
3-Başarılarının sırrını ve gençlere verecekleri önerileri birkaç basit şey ile açıklamalarını gerçekçi bulmuyorum. Sabırlı olun, çok çalışın, istikrarlı olun, kendinizi geliştirin falan fıstık. Benim bunları yapan ama bir türlü hayallerindeki işin yakınından bile geçemeyen pek çok tanıdığım var. Bunları geçiniz efendim, bunları duymak için size ihtiyaç yok böyle genel tavsiyeleri bana lise tahsili dahi görmemiş anneannem bile verebiliyor. İlle de birşey anlatacaksanız konumunuza gelmek için, rakiplerinizi elemek için ne gibi stratejiler izlediğinizi, koltuğunuzu korumak için neler yaptığınızı falan anlatın da bir işimize yarasın, değil mi ama?

Son olarak başarı öyküleri ile ilgili şunu söylemek istiyorum. Tabi ki başarılı insanların sıradan çalışanlardan farklı oldukları pek çok yön vardır. Ancak temel faktör şanstır diye düşünüyorum. Kiminle tanıştığınız, ne zaman nerede olduğunuzla çok ilgisi var. Yoksa basit formüllerle iş hallolsaydı insan kaynakları gazetelerine bile gerek olmazdı. Bu yüzden artık başarı öykülerini okumayı protesto ediyorum, aklı başında tüm çalışanları da protestoya davet ediyorum.

Hasta Bina Sendromu

BÖLÜM 19--------HASTA BİNA SENDROMU

İş hayatındaki temel mutsuzluk sebeplerimizden birisi de bence çalıştığımız ortamlar. Çok azımızın Etiler, Levent civarındaki villa ofislerde çalışma ve bahar ya da yaz aylarında kahve molalarında bahçeye çıkma şansının olduğunu biliyoruz. Çoğumuz, yurdumuzun genel mimarisine uygun şekilde, çirkin ve plansız iş merkezlerinde çalışıyoruz. Kendini şanslı sayan bir azınlık da Maslak, 4 Levent ve Kozyatağı civarına kondurulan gökdelenlerde çalışıyorlar ki bence durumu en kötü olanlar da onlar ama henüz farkında değiller. Bu kesim, güvenlikli, fitness center’lı her yeri cam olan ama camları asla açılmayan bu gökdelenlerde kendilerini New York’ta çalışıyor hayal eder ve çalıştıkları binadan sanki bina kendilerininmiş gibi gurur duyarlar. İşte bu kesime bir haberim var. Gerçi haber yeni değil taaa 2000 yılından kalma. Amerika’da o bol gökdelenli binalarda “Hasta Bina Sendromu (Sick Building Syndrome)” diye bir şey keşfedilmiş.

Bu sendrom camları açılmayan, mekanik sistemlerle havalandırılan binalarda, havalandırma sistemine yerleşen bazı bakterilerin tüm bina çalışanlarını hasta etmesi olarak kayda geçmiş. Bina havalandırmasından tüm ofislere yayılan bakteriler çalışanlarda sürekli yorgunluk, göz kızarması vb şikayetlerle tespit edilmiş. Düşünsenize bir gökdelen dolusu çalışan insan havalandırma yüzünden hasta oluyor. Bence traji komik bir hikaye. Ben bu “Hasta Bina Sendromu”nu bakterilerden kaynaklı olmasa da tüm iş yerlerine uygulamak istiyorum. Bence çoğu iş yerinde “Hasta Eden Bina Sendromu” yaşanıyor (tahmin edeceğiniz gibi bu terimi ben uydurdum). Ama bir düşünün, zaten etrafta pek yeşillik göremediğimiz binalarda yaşıyoruz. Sabahın kör karanlıklarında işe giderken oksijen değil sadece egsoz kokluyoruz. Sonra gidip iş yerine kapanıyoruz. Bütün gün dışarıda nasıl bir hava olduğundan habersiz, gün ışığı görmeden, oksijen almadan akşamı ediyoruz. Dışarı çıktığımızda hava kararmak üzere veya kararmış ve yine egsoz dumanları yükselmiş oluyor. Ayaklarımız tatilden tatile bir yeşilliğe değiyor, toprağa dokunmak için evlerdeki saksılarımızı eşelememiz lazım. Vücudumuzdaki elektriği hiç boşaltamıyoruz. Üstelik her gün yer döşemelerinin altından binlerce kablo geçen ofislerde, sürekli bilgisayar ekranlarına bakarak ve telefon ahizelerine kulaklarımızı yapıştırarak vücudumuzdaki elektriği daha da artırıyoruz. Buna bir de iş yerindeki stresi ekleyin ve niye bu kadar acıklı olduğumuzu düşünün. Mevsimlerin farkına varamadan, ağaçların ne zaman çiçek açtığını bile bilmeden yaşıyoruz. Emekli olunca bahçeli bir evin hayalini kuran ya da bir parça toprakta bir şeyler ekip biçmeyi isteyen insanları bu yüzden anlıyorum. Doğayı bizden bu kadar uzaklaştıran, bizi betonların içine gömen, klimalar ve havalandırma sistemleri ile bizi boğan, gündüz bile elektrik ile aydınlatan iş yerlerini protesto ediyorum. Yeni nesil şehir planlamacıların hem evlere hem de iş yerlerine belli bir yeşil alanı zorunlu kılmalarını, daha çok oksijen ve daha çok güneş ışığının içeri girmesine izin veren bina projelerini dayatmalarını istiyorum.

Bunu neden mi abartıyorum? Çünkü çalıştığım zamanlarda sürekli belim ve sırtım ağrıyor, gözlerim kızarıyor ve çok sık başım ağrıyordu. Bir türlü kendimi dinç ve enerjik hissedemiyordum. Gün geçtikte daha sık tatil yapmaya ihtiyaç hissedip, bilgisayar ekranımın fonuna daha çok yeşillik resmi koymaya başlamıştım. Emekli olmama yıllar olmasına rağmen toprak ekip biçme hayalleri kurmaya başlamıştım. Hali ile “Hasta Eden Bina” konusuna duyarlı yaklaşıyorum. Sizlere de tavsiyem iş ararken kriterlerinize bir de iş yerinizin fiziksel koşullarının iyi olmasını da ekleyin. Bu işsizlikte bir lüks gibi algılayabilirsiniz ama günün büyük bölümünü geçirdiğiniz fiziksel çevrenin, sağlığınız, ruhsal dengeniz ve moodunuz üzerinde büyük etkisi olduğunu hatırlatır ve tekrar düşünün derim.

İş arkadaşı mı arkadaş mı?

Bir bölüm daha, okuyun bakalım aynı şeyleri mi düşünüyoruz.

BÖLÜM 14-------İŞ ARKADAŞLARINIZ İLE İLİŞKİLER
Konuya iş arkadaşı kimdir sorusunu cevaplayarak girmek istiyorum. Çalışan insan ofisinde bulunan herkesi iş arkadaşı olarak görmez. Sevdiği, anlaştığı kişiler iş arkadaşıdır tabi ama sevmedikleri sadece "bizim ofistekilerden biri” olarak tanımlanır. Bu sebeple “iş arkadaşı” ile ilgili anlattıklarımı lütfen sevdiklerimiz ve anlaşabildiklerimizle sınırlı tutarak okuyun, bir yanlışlık olmasın efendim.
Gelelim mevzuya; iş hayatında bence en önemli şeylerden biri arkadaş sahibi olabilmektir. Neden mi? Çünkü hayatımızın büyük kısmını ofiste geçiriyoruz. Bu kadar vakit harcadığınız bir ortamda arkadaşımız olmazsa ne yaparız? Zaten dikkat ediyorum, çalıştığı yerde arkadaş edinemeyenlerin çoğu o iş yerinde pek uzun zaman kalamıyor. İş yerinde arkadaş edinmek şart. Dikkat ederseniz dost demiyorum, o pek fazla kişiye nasip olmaz zaten. Ama arkadaş edinmek herkes için mümkün. Bu kısımda herkes hemfikirdir herhalde. Ancak benim değinmek istediğim ve beni mutsuz eden şey, iş yerinde iş arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizin boyutu ve sonuçları. Bir kere iş arkadaşın olan şahsiyetlerle hiçbir vakit çıkarlarının çatışmaması lazım, ya da çatıştığında bunun üstesinden gelebilmek lazım. Diyelim o gün siz yöneticinizle bir gerginlik yaşadınız, kendinize yakın gördüğünüz iş arkadaşınız ise o gün yöneticinizle bal börek kıvamında. Haliyle sinir olursunuz. “Kasten mi yapıyor acaba, benim aram kötü bundan faydalanıp kendisini mi öne çıkartıyor” diye kurmaya başlarsınız. İdeal olanı böyle düşünmemek, profesyonel olmak, “benim sorunum sadece beni bağlar, ben gerginim diye o da mı ona tavır alacak” diyebilmektir tabi. Ama insanoğlu böyle düşünmez, kendi dalaştığı kişi ile yakın gördüğü iş arkadaşının samimi olmasını kaldıramaz, kendini ihanete uğramış hisseder. Sebebi basittir, uzun saatler ve günler boyu birlikte olmak, iş arkadaşlarınıza hayatınızda olması gerektiğinden daha fazla anlamlar yüklemenize sebep olur.
Bir önemli hususta kiminle arkadaşlık edeceğinizdir, yani kiminle arkadaş olmayı tercih edeceğiniz. Benim gözlemlerime göre eğer sizinle aynı işi yapan, aynı konumda çalışan kişilerle arkadaşlık etmenin hem iyi hem de kötü yanları var. İyi yanı sizin işinizi, projelerinizi ilgilendiren konularda kimi zaman güç birliği yapmanıza yardımcı olabilir. Mesela yöneticiniz size bir proje verdi ve çok kısa bir süre içinde tamamlanmasını istedi. “Bu kadar zamanda yetişmez” diye birlikte itiraz etmek, tek başına itiraz etmekten her zaman daha faydalıdır. Kötü yanı ise aynı işi yapıyor olmanız birbirinizin performansından çok etkilenmenize sebep olur. Mesela arkadaşınız sudan bir sebepten izin aldı, işler başınıza kaldı, aranız bozulabilir. Beraber yapmanız gereken bir iş vardı, o kaytardı veya kendi kısmını yetiştiremedi dolayısı ile sonuca ulaşılamadı, aranız bozulabilir. Daha da önemlisi terfi gibi durumlarda iş arkadaşınız en amansız rakibiniz durumuna dönüşebilir. Kanaatimce sizinle aynı işi yapan, aynı bölümde çalışan kişilerle samimiyeti fazla ilerletmemeniz, onları can ciğer kuzu sarması görmemeniz en hayırlısıdır. Çünkü bugün değilse de yarın aranızın bozulması an meselesidir. Onlarla olan ilişkilerinize ne kadar az anlam yüklerseniz, ofiste sinirinizin bozulmasına o kadar az sebep olursunuz. Başka departmanlarla çalışan kişilerle arkadaşlık etmek, rakip durumuna düşmeyi nispeten engeller. Gerçi onlarla da arkadaşlık bazen aynı dili konuşamama durumuna sebep olur. Mesela siz öğle yemeğinde ertesi gün toplantıya gelecek gıcık mı gıcık bir müşteriniz için gerginlik yaşarken, mali departmanda çalışan arkadaşınız dönem sonu raporlarından dert yanar, ikiniz de birbirinizin suratına bakıp içinizden “amaan taktığı şeye bak, bu da dert mi, hem ne anlatıyor ki beni alakadar etmeyen bu mevzuyu” diye hayıflanırsınız. Aynı dili konuşamamak, aynı sorunların muhattabı olmamak bazen sıkıcıdır ama iş arkadaşlarınızla uzun zaman iyi geçinebilmek istiyorsanız başka departmanlardan kişilerle samimiyet kurmak daha akılcıdır.
Bunlar benim fikrimlerim tabi, kabul edebilir veya etmeyebilirsiniz. Ama acıklı olan durum şu ki iş yerinde her şeyiniz, hatta diğer insanlarla gireceğiniz arkadaşlık ilişkileri bile bir stratejinin parçası olmak zorundadır. Doğal arkadaşlıklar kurmak, gerçekten insani bir şeyler yaşamak bile çoğu zaman zordur. İş yeri bir “jungle” gibidir, kimseye güvenemez ve hep tetikte durmak zorunda kalırsınız. Çok sevimli ve renkli gördüğünüz bir canlı öldürücü bir zehre sahip olabilir. Ya da sevmek için elinize aldığınız bir canlının bir yerini fark etmeden acıtırsanız sizi sokabilir.
İş arkadaşlarınız ile iyi geçinmek ve iş yerinde huzurlu olmak zor zanaat, bence yapılacak en iyi şey onları sadece aynı ortamı paylaştığınız kişiler olarak görmek ve samimiyeti abartmamaktır.

İş yerinde giyim kuşam

Bu bölüm çalışan kadınlara adanmıştır. Ne anlattığımı en iyi onlar anlar :)

BÖLÜM 13-----GİYİM KUŞAM, SAÇ, MAKYAJ

Çalışamakla ilgili en çok nefret ettiğim şeylerden biri giyim kuşam problemi. Bir kere insanın özgürce giyinmesi diye bir şey yok. O gün nasıl hissettiğinizin, ne giymek istediğinizin bir önemi yok. İş yerinizin giyim kuralları çerçevesinde, pozisyonunuzun gerektirdiği gibi giyinmek zorundasınız. Modern çalışan kadın için genel geçer kural, ceket pantolon ya da ceket etekten oluşan takımlar giymektir. Makbul olanı koyu renklerdir. İçine gömlek ya da body denilen bluzlardan giyilir. Altına topuklu ayakkabı ya da çizme. Saçlar fönlü olmalı, hafif bir makyaj yapılmalıdır. Aşırı dekolte her yerde yasaktır. Fazla canlı renkler, otantik takılar, düz ayakkabılar, spor kesimli pantolon ya da etekler göze batar. Sürdüğünüz ruj bile mevzu olabilir. Eğer biraz daha yüksek bir mevkiideyseniz daha renkli ve daha göze batan takımlar, elbiseler giyebilirsiniz. Bu söylediklerime hepiniz şahitsiniz zaten.
Ben öncelikle şu ceket mevzusuna parmak basmak istiyorum. Lütfen birisi bana ceket gibi rahatsız bir giyecekle, nasıl günde sekiz dokuz saat geçirilebileceğini anlatsın. Bir kere ceketle asla bilgisayar karşısında rahat edilmez. O ceket mutlak çıkarılır ve sandalye arkasına asılır. Demek ki rahat değil kardeşim, o zaman bir sürü para verip pantolon ve eteklerimizle aynı kumaştan dikilmiş bu ceketleri niye alıyoruz? Her gün bizimle mesaiye gelip sandalyede arkamızı kollasınlar diye mi? Ceket giyilebilen tek yer toplantı masasıdır. Orada birşey yapmayıp sadece oturduğunuz için bu işkenceye dayanmak daha kolaydır. Evet neymiş aslında hepimizin ihtiyacı olan şey, tüm kıyafetlerimize uyan bir ceket bulup onu ofiste muhafaza etmek ve toplantı olacağı vakit sırtımıza geçirivermek.

İlk iş yerimdeki, ilk yöneticim bize hep şöyle derdi “ insan nasıl giyerse öyle düşünür ve öyle davranır, spor giyinirseniz spor davranırsınız, ciddi giyinirseniz ciddi davranır ve ciddi düşünürsünüz”. Yani onun teorisine göre iş ciddiyeti ve iş yapma becerisi cekete bağlıydı. Halbuki iş ciddiyeti dediğiniz şey işinizi iyi yapmak, sonuç elde etmek ve iş yapma becerisi de yaratıcı veya pratik zeka ile işinizi kolay ve daha iyi yapma yolları bulmak değil mi? Peki creative yani yaratıcı işler yapan, birşeyler üreten veya icat eden kişileri bir düşünün, sanatçılar, ressamlar, bilgisayar yazılımcıları, mucitler, bilim adamları, reklamcılar bunların hangisi çalışırken ceket giyiyor sizce. Yani yaratıcı zekanın giyimle hiçbir ilgisi yok. Varsa bile özgür bir bedenle daha iyi şeyler üreteceğimiz kesin. Ama tabi iş hayatındaki ilk yöneticim aslında haklıydı. Çünkü burası Türkiye idi, çalıştığınız firmada aslında sizden bir fikir üretmeniz hatta düşünmeniz bile istenmiyordu, sadece verilen işleri istendiği gibi yapmanız yeterli idi. Bu durumda ceket giyen kişiler, nerede olduklarını, genel komutların neler olduğunu asla unutamayacak kadar diken üstünde olacak ve daha kabul göreceklerdi.

Ceket mevzusunu bir tarafa bırakalım. “Kaç para kazanıyorsunuz ki giyim kuşama bu kadar para yatırıyorsunuz” konusunu ele alalım. Çalışan bir bayan asla aynı kıyafetle üst üste iki gün işe gitmez. Hatta aynı kıyafeti, tamamen aynı şekilde asla giyinmez. Bir giydiği parçayı bir daha giymeme lüksüne sahip değilseniz bile onu hep değişik şekillerde kombine etmeniz beklenir. Kim mi bekler? Ofisteki diğer insanlar tabi, çoğunlukla da diğer bayanlar. Aldığı maaşın tamamını, ya da çoğunu giyim kuşama yatıran kaç kişi var? Hiç de az sayıda değil. Yani sizler aslında kıyafet almak için günde sekiz-dokuz saat çalışıyorsunuz ve o kıyafetleri de sekiz dokuz saat çalıştığınız yer için alıyorsunuz. Yumurta ve tavuk meselesi gibi değil mi bu? Çalışmıyor olsa da bayanların giyime para harcayacağı kesin ama kabul edin çalışmasanız, aynı kesime sahip bir sürü ceket pantolon takıma tonlarca para yatırmazdınız.

Hadi giyime harcadığınız parayı dengelediğinizi veya sorun olmadığını düşünelim. Pek ya her gün “bugün ne giyeceğim” derdi ne olacak. Bir hafta boyunca ne giyeceğini planlayıp prova eden arkadaşlarım var. Ben de senelerce her akşam, ertesi gün ne giyeceğimi planlamadan yatağa gidemedim. Çünkü sabahın kör karanlığında uykulu bir halde buna karar vermek imkansızdır ve kesin işe geç kalırsınız. Bir sürü para harcayıp yığınla kıyafet alırsınız ama bu sorunlarınızı çözmez. Şimdi dolu bir gardrop önünde ertesi gün ne giyeceğinize karar vermeniz gerekir. “Ay bu etek olmaz yarın bütün gün masada oturacağım bununla rahat hareket edemem, bu bluz olmaz yarın üşürüm, bu kazak ofiste beni terletiyor, Bu beyaz renkli gömleğin kolları masada çok çabuk kirleniyor, hah bu eteği giyeyim ama hay allah bunun altına uyan renkteki çorabım kaçmış. Tamam buldum şu takımı giyeyim ama bunun altına sadece ince topuklu siyah ayakkabılarım güzel duruyor, ama yarın yağmur yağacak, o ayakkabılarla sokağa çıkılmaz ki”. Ve bunun gibi bir sürü cümle kafanızda, siz aptal aptal dolap karşısında bakınırken anneniz ya da eşiniz gelir ve “ne yapıyorsun” diye sorar. “Yarın için giyecek bir şey bulamıyorum, of giyecek hiçbirşeyim yok” dersiniz. Karşınızdaki haklı insan da bir dolaba ve bir size bakıp, “dolap ağzına kadar giyecek dolu, sürekli birşeyler alıyorsun ama hala giyecek birşey bulamıyorsun” der. Çoğu erkek neden siyah renkte binbir türlü ayakkabı aldığımızı asla anlamaz. “Ama hayatım daha geçen ay siyah ayakkabı almadın mı sen, yine siyah ayakkabı almışsın”. Siz de sinirlenirsiniz; “ama o sivri burunlu ve yüksek topuklu idi, her gün giyilmiyor ayağımı acıtıyor, bu ise küt burunlu ve yarım topuklu”. Ardından on puanlık uzmanlık sorusu gelir: “İyi de madem giyemeyecektin niye öbürlerini aldın?” Her gün işe başka bir şey giymeye kendini mecbur hisseden ve bu kıyafetlerin herbirine ayakkabı uydurması gerektiğine inanan, çalışan kadının, derdini anlayan bir tek erkek veya “ev hanımı” anne bulunmaz. Ev hanımı diye özellikle belirtiyorum. Çünkü ortalama bir ev hanımı giyimine çalışan ortalama bir iş kadınından çok daha az para harcar. Çalışan kadınların maaşlarını giyim kuşama yatırmalarını da erkekler kadar anlamsız bulurlar.

Saçlar da ayrı bir derttir. Her hafta başında saçına fön çektirip bir hafta saçını yıkamayanını mı istersin, her gün kuaföre gidip maaşı saçına yedirenini mi? Lepiska gibi düz saçları olan nadir şanslı zümre saçını rejoce reklamındaki gibi yıkayıp çıkar ve iyi görünür. Onlar kuaföre gittiğinde dalgalı fön çektirirler. Bu da çok sık gerekmez. Ama esas çoğunluk hafif dalgalı dediğimiz türden saça sahip olanlardır. Bu bayanlar saçını yıkayıp kendi haline bırakırsa, saçlarının her birinin bir tarafa bakması eğilimi gözlenmiştir. Kimisinde elektrik çarpmış gibi kabarma baş gösterir. Evdeki fön makinesi ve fırça ile yapılan uğraşlar saçları ancak yatıştırmaya yarar. Asla kuaförden çıkmış gibi hoş ve bakımlı görünmezsiniz. Hatta “hafif dalgalı saçlara” sahip biriyseniz, sırf saçlarınızla daha fazla uğraşmamak için bir sürü para verir, iyi bir kuaförde kısa bir kesim yaptırırsınız. Kuaförden çıkınca mutlusunuzdur, ama ilk saç yıkamasından sonra asla saçlarınızı kuaförünüz gibi şekillendiremez, hatta artık toka ile toplama şansınız da olmadığı için pişman olursunuz. Kuaförler çalışan kadınların mecburiyeti haline gelmiş para ve zaman tuzaklarıdır. Ama çalışıyorsanız bundan kurtulamazsınız.

Ben küçüklükten beri makyaj yapmayı çok severdim. Ama çalışmaya başladıktan sonra makyaj yapmak da bir işkence oldu. Bir kere sabahın yedisinde insanın yüzüne fondoten, allık, ruj, far, rimel sürmesi ve yedi buçuk civarında pür makyaj sokağa çıkması kulağa ne kadar normal geliyor. Hadi kabul edelim bayanlar, iş yerlerinde hafif makyaj diye tabir edilen şey asla hafif değildir. Orada size söylenen şey masmavi göz kapakları, kırmızı dudaklar ve gözlerinizde sürme ile işe gelmemeniz, ama hoş görünmenizdir. Hoş görünmek için kaliteli bir fondoten ile cilt tek bir renk haline getirilir, sivilcelere kapatıcı ve tüm bunların üstüne parlamasın diye pudra sürülür, elmacık kemiklere allık yedirilir ve kirpikler rimellenir. Sonunda cilt rengi tonlarında hafif bir makyajla uzaktan bakıldığında hoş gözükebilirsiniz. Ama aslında yüzünüzde bir ton boya vardır. Üstelik bu makyaj malzemeleri gün boyu bulunduğunuz ortamdaki kiri tozu çekip yüzünüze yapıştırır, sıkıntılı anlarınızda eliniz alnınıza gidince fondoten elinize bulaşır ve bilgisayar karşısında gözleriniz sulanıp oğuşturduğunuzda rimeliniz akar. İş yerinde konu makeni değilseniz ve gerçekten çalışıyorsanız sabah yaptığınız “hafif makyajınızla” günü, başladığınız görüntü ile tamamlamanız asla mümkün değildir. Müşteri ile görüşmeden önce “ay bir rujumu tazeliyeyim” diye tuvalete gitmek zorunda olmayan erkek meslektaşlarınız da arkanızdan “ya bu kadın milleti de…” diye başlayan cümleler kurarlar.

Makyaj malzemelerine yatırılan paradan bahsetmeye, bilmem gerek var mı? Bir ceket ya da bir takım elbise fiyatına satılan minicik ambalajlı cilt ürünlerinden almayanınız var mı? Küçücük bir kutudaki bir parça nemlendirici, göz kremi ya da fondotene verdiğiniz para hakkında annenize ya da eşinize yalan söylediğiniz oldu mu? Benim çok oldu. Söyleyip kalp krizi geçirmelerine neden olmak istemedim de ondan. Bir de evde alınmış milyon tane türde makyaj malzemelerini bitmeden bayatladığı için dönem dönem temizleyip çöpe atma ayinleri düzenliyordum ki siz de çekmecenizde iki yıldır sürmediğiniz rujunuzu artık atsanız iyi olur.

İş hayatımın birinci yılında sabah evden çıkarken makyaj yapmayı bıraktım, iş yerine gidince yapıyordum. Sonra iş yerine gidince nasılsa insanlar beni böyle gördü deyip iş yerinde de yapmayı bıraktım. Son zamanlara doğru artık sadece canım çektiğinde makyaj yapmaya başlamıştım. Aslında fena da olmuyordu, sürekli makyaj yapıtığım zamanlarda iltifat almıyordum ama ara sıra makyaj yapmaya başlayınca, ofis arkadaşlarım makyaj yaptığım günlerde iltifat etmeye başladılar. Her şeyin arasırası makbul galiba.

Sonuç olarak kıyafet almak için alışveriş merkezlerinde, saçınıza fön çektirmek için kuaförlerde ve makyaj yapmak için ayna karşısında harcadığınız vakitleri bir düşünün. Bunlar aslında keyif alınacak şeyler olabilir ama iş yerine gitmek için belli aralıklarla isteseniz de istemesiniz de yapınca hiç de keyifli olmuyor. Bana katılanlar var mı? Eminim vardır. İşte iş hayatından bezmek için bir sebep.

İnsan kaynakları mı böğğğ!

Kitabımdan seçtiğim bir bölüm daha var aşağıda. Bu bölümü okumadan önce bilmeniz gereken şey insan kaynakları uzmanlık sertifikasına sahip olduğum ve kariyerimin bir bölümünde insan kaynakları yöneticisi olarak çalıştığım. Yani acımasızca yaptığım işi değerlendirmiştim.

BÖLÜM 12----- İNSAN KAYNAKLARI NEDEN SEVİLMEZ
Çalıştığı firmadaki insan kaynakları departmanını seven, veya bir departman yok da sadece bir insan kaynakları görevlisi varsa, onu seven kaç kişi var aranızda? Aşağı yukarı hepinizin insan kaynaklarında çalışan en az bir kişi ile dalaştığınızı ve genel olarak da orada çalışanları pek sevmediğinizi düşünüyorum. İnsan kaynaklarında çalışan birileri ile samimi arkadaş olanların da biraz menfaatlerini düşündüklerinden kuşkulanıyorum. Tüm bunları genelleştirdiğimin farkındayım ama çoğunluk mantığından yola çıkarak yaptığım için istisnalar lütfen bana kızmasınlar. Ben de insan kaynakların departmanında çalıştım, hem de çalıştığım firma için departmanın en tepesi olarak. Bu yüzden insan kaynaklarında çalışanları da onlara uzaktan bakanları da anlıyorum, madalyonun her iki yüzünü de görebiliyorum. Bu sevilmeme hadisesinin biraz kökenine inmek istiyorum.

Öncelikle birden fazla çalışanın olduğu bir insan kaynakları departmanına sahipseniz, kurumunuzda oldukça kalabalık bir yer demektir. Bu çalışan topluluğunun maaş, prim, ikramiye, performans değerlendirme, terfi vb tüm önemli mevzuları insan kaynaklarından geçer. Bazı firmalar bu konuda gerçekten profesyoneldirler ve bu konular genelde insan kaynakları departmanı ile birlikte çalışarak halledilir. Yani çalışanlar bizim hakkımızda olmuş ve olacakları biliyor diye insan kaynaklarına pis pis bakmakta haklı olabilirler. Bazı firmalarda ise herşeye bir iki kişi, ki bunlar patron, genel müdür ve bir iki yüksek düzey yönetici olabilir, kendi aralarında karar verir ve insan kaynaklarına sormazlar bile. Dolayısı ile insan kaynakları sadece karar verildikten sonra uygulayan grup olur ve aslında diğer çalışanlar kadar olaylardan habersiz durumda olurlar. Durum hangisi olursa olsun, çalışanlarla ilgili verilen kararların uygulaması insan kaynakları vasıtası ile olduğundan tepkilere maruz kalan grup hep onlar olurlar. Maaşlara zam yapılmadıysa, prim dağıtılmıyorsa, kıyafet yönetmeliği değişti ise, servislerle ilgili değişik bir uygulama yapılıyorsa vb , çalışanların itiraz ve yakınmaları hep insan kaynaklarına gelir. Çoğu zaman unutulan husus, orada çalışanlarında diğerlerinden farklı olmadığı, aynı imkan ve zorluklara sahip olduğu ve alınacak her karardan diğerleri igibi etkilendiğidir. Yani onlar da sizin gibi sadece kurbandırlar. Üstelik daha da beteri, aynı uygulamalar için kurban olmalarına rağmen onlar sizin gibi yakınma şansına sahip değillerdir, daha da kötüsü verilen kararların doğruluğuna veya sebeplerine sizi ikna etmek ve kabul ettirmekle sorumludurlar. Bu da yetmiyormuş gibi, bunu yaparken sizin motivasyonunuzun düşmemesini, kurum sadakatinizin azalmamasını sağlamak gibi de görevleri vardır. Ama bu ne derece mümkündür lütfen kendinize sorun. Diyelim ki maaş zamları beklenenin ya da genelde olanın çok çok altında oldu, insan kaynakları da bunu duyurdu. İnsan kaynaklarına gidip, konu ile ilgili gördüğünüz kişiye bunun sebebini sorup, bu parayla nasıl geçineceğiz diye dert yanıyorsunuz. Karşınızdaki kişi size “yahu kardeşim patron istedi biz de öyle yaptık, ben ne yapayım, benim de zammım aynı şekilde” diyemiyor ki, zavallım “bakın firmamız bu sene şöyle yatırımlar yaptı, ekonomik durum malumunuz” vs diye başlamak zorunda. İnsanın kendinin bile inanmadığı yalanlara başkasını inandırması nasıl zor birşeydir, biliyor musunuz? İnsan kaynakları departmanın da çalışmadı iseniz, tabi ki bilmiyorsunuz. Size iş yerinde mutlaka ceket giymeniz gerektiğini, açık ayakkabılarla işe gelemeyeceğinizi söyleyen kişinin de ceket giymekten nefret ettiğini, evinde iş yerinde giyemediği için hayıflandığı pek çok açık ayakkabısı olduğunu bilseniz arkasından saydırmaktan vazgeçer miydiniz? Söylemeye çalıştığım şey şu; çoğu durumda onlar da sizin gibi insanlar ama sistem içindeki görevleri, sizin gıcık olduğunuz uygulamaları size duyurmak ve yürürlüğe sokmak. Bu sebeple itiraz etme şansları pek yok. Onlara fazla yüklenmeyin, inanın sizden daha mutsuzlar. Eski bir insan kaynakları uzmanı olarak bu mutsuzluğun, kariyer değişikliğime bile sebep olduğunu söyleyebilirim. Çalışanların sizi sürekli yönetimin veya patronun adamı olarak, yönetimin de sizi sürekli çalışanları savunan ve masraf çıkaran biri olarak görmesi, her iki taraftan da sempati görmemek pek hoş değil.

İnsan kaynaklarında çalışanları bu kadar savunmak yeterli sanırım. Şimdi bir de gerçekten sevmemenize sebep olabilecek durumlar üzerinde durmak istiyorum. Bir kere idda ediyorum ki insan kaynakları uydurulmuş bir meslektir ve bence ihtiyaçtan değil işgüzarlıktan ortaya çıkmıştır. Görevlerinin ve sorumluluklarının neler olduğunu gayet iyi bildiğim için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. İnsan kaynaklarının görevlerinden bazılarını saymak ve neden gereksiz olduklarını açıklamak istiyorum.

Bir kere bu departmanın en saçma bulduğum görevi çalışanların motivasyonunu sağlamaktır. İster kalabalık bir firmada ister küçük bir işletmede çalışın, insan kaynaklarının sizin motivasyonunuzu sağlaması mümkün değildir. Motivasyonunuzu bozan ya da azaltan sebepleri düşünün. Mesela yöneticiniz ile geçinemiyorsunuz, sizin başka bir departmana geçmenizi, yöneticinizi değiştirmeyi ya da onunla sizi bir araya getirip bir hakem gibi sorunu çözmeyi deniyorlar mı? Hayır! Ya da iş yerinin bazı koşullarından memnun değilsiniz bunları düzeltiyorlar mı? Çoğunlukla hayır! Özel yaşamınızdaki bir problemden dolayı mutsuzsunuz, bu işinize de yansımaya başladı, bırakın yardım etmeyi, acaba bir sorununuz mu var diye bile soruyorlar mı? Hayır! Bunları ofiste yapabilecek, dertlerinize çözüm bulabilecek biri varsa o da genelde yöneticiniz olur. Ancak çoğu zaman böyle bir yönetici ile çalışma şansınız da olmaz. Dolayısı ile sizin motivasyonuzu etkileyen konulara insan kaynakları hiçbir şey yapamaz. Tabi onlar da motivasyonuzu artırmak için çeşitli aktiviteler yaparlar. Toplu halde şirket çalışanlarını sinemaya, tiyatroya götürmek, şirket yemekleri ve piknikleri düzenlemek vs. Ama insanın iş yerindeki motivasyonu bu tip şeylerle kandırılacak cinsten değil, hadi kabul edin. Cuma günü yöneticiniz ile gerginlik yaşayıp, Pazar günü şirket pikniğine gidince, üstelik pikniğe gitme mecburiyeti yüzünden evdeki işlerinizi de yapamayınca motivasyonunuz ne durumda oluyor? Pek iyi değil sanırım. Yok kardeşim motivasyon piknik, tiyatro falanla düzelmez, boşuna uğraşmayın.

İnsan kaynaklarının görevlerinden biri de çalışanlarla şirket yönetimi veya kısaca patron arasındaki iletişimi sağlamaktır. Bunun Türkçe’si şu, yönetimin buyurduklarını çalışanlara duyurmak. Ayrıca çalışanların kendi aralarındaki iletişimi de sağlamak, yani kavga eden olursa ayırmak, onları ıvır zıvır aktivitelerle bir araya getirip birbirlerini daha çok görmelerine ve birbirlerinden daha çok bezmelerine sebep olmak. Bunları çok gerekli bulanınız var mı?

Bir başka işleri performans değerlendirme ve kariyer planlama konularında çalışmaktır ki, bunları ne kadar anlamsız bulduğumu geçtiğimiz bölümlerde zaten anlatmıştım (bknz bölüm 8-9).

Aklınıza insan kaynaklarının görevleri olarak başka neler geliyor? Mesela eleman seçme yerleştirme derseniz hemen size onların aslında gelen özgeçmişleri ayıklayıp ön görüşmelerde adayların tiplerine baktıklarını ve asıl seçimi adayın çalışacağı departman yöneticisi ve bir başka üst yöneticinin yaptığını söylerim. Personel özlük işlemleri derseniz, insan kaynakları uzmanlarının çoğunun özlük işlemlerini pek bilmediğini, bu işleri ya departmanda sırf bu işi yapan kişilerin ya da çoğu zaman muhasebeden birilerinin yaptığını hatırlatırım. Eğitim derseniz, şirket eğitimlerinin şirket dışından getirilen eğitmenlerce veya bu eğitim şirketlerine giderek yapıldığını, insan kaynaklarının sadece kayıt işlerini yaptığını söylerim, ki bunu eğitime gidecek personel de veya departmanlarının yöneticisi de yapabilir. Hangi eğitime gidileceğine zaten yöneticiler karar vermekte bunu insan kaynakları tek başına seçmemektedir. Kısaca onların yaptığı pek çok işin sadece kırtasiye kısmını yapmakta olduğunu, geri kalanların da aslında uydurma ve gereksiz şeyler olduğunu idda ediyorum. Hatta insan kaynakları ile uğraşan kişilerin şirket içinde önemlerini artırmak ve saygınlıklarını artırmak için yeni kavramlar, yeni uygulamalar uydurduğunu böylelikle kendilerini daha önemli hissettiklerini düşünüyorum. İnsan kaynakları gazetelerinin ilk sayfalarındaki makale ve haberleri okuyun, internetteki insan kaynakları sayfalarındaki yazılara bir göz gezdirin, oralarda adı geçen kavramların pratikte sizin için ne ifade ettiğini, şirketinizde uygulanıyorsa nasıl uygulandığını ve uygulanacak olursa nasıl olacağını düşünün ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Başta insan kaynaklarına karşı empati yapmanızı ve aslında yönetimin karar verdiği konularla ilgili onlara fazla yüklenmemenizi söylemiştim. Bu konudaki fikrim ayrı olmakla birlikte insan kaynaklarını neden sevmediğinizi anlıyorum, itiraf edeyim artık ben de sevmiyorum.

İş değiştirmek mi istiyorsunuz?

Sanırım çalışan herkesi ilgilendiren konu aşağıda, okyun, düşünün, eğlenin!

BÖLÜM 11----------ÇALIŞIRKEN İŞ ARAMA DURUMLARI
Herkes kariyerinin bir noktasında iş değiştirmek zorunda kalır. İş hayatına başladığı firmadan emekli olan insanların sayısı bugün yok denecek kadar az. İstifa etmediyseniz veya işten atılmadıysanız yeni bir iş bulmak için, çalışırken iş görüşmesine gitmek zorundasınız. İşten atılmayı ele almayacağım çünkü o zaman rahat rahat iş aramanız mümkün. İstifa etmek de, iş değiştirmeye karar verdi iseniz hatta yeni iş bulana kadar sizi geçindirecek paranız varsa bile, yeni iş bulmadan önce “uzmanlarca” tavsiye edilmiyor. Çünkü iş görüşmelerinde neden istifa ettiğinize karşı tarafı inandırmak bir problem oluyor. Bu sebeple, iş değiştirmek istiyorsanız çalışırken iş arama traji-komikliğine katlanmak zorundasınız. Bu konuda da saçma bulduğum şeyleri ve birkaç nacizane çözüm önerimi sizinle paylaşacağım.

Bir kere iş görüşmesine çağrılmak üzere sizi tabi ki mesai saatlerinde, siz iş yerindeyken ararlar. Çoğu zaman aksi gibi bu telefon geldiğinde gıcık olduğunuz ve güvenmediğiniz bir iş arkadaşınız, yöneticiniz ya da daha da kötüsü patronunuz yakınlarda olur. Siz telefonda ne söyleyeceğinizi bilemez, kem küm edersiniz. Ya rahat konuşmak için koridora tuvalete falan çıkar ve herkesi şüphelendirirsiniz ya da arayanla rahat konuşamayıp anlaşamazsınız. Ben sizi arayayım gibi cümleler kurmak şüphe uyandırır. Telefonda görüşmeyi kabul edip “aa tamam o saat olur, bir adres alayım” diye cümleler kurarsanız zaten çok sakat. Pek çok kişi tuvalete kaçıp konuşarak, iş yerinde şüphe çekme şıkkını seçer ki en azından “sevgilim aradı”, “eşimle özel bir konuşma yaptım” falan gibi pek yutulmayan cümlelerle geçiştirme şansı olsun.

Bu kaçınılmaz bir durum gibi görünebilir. Ama teknoloji çağında yaşıyoruz, çoğu insanın e-mail adresi ve istisnasız herkesin cep telefonu var. Hadi insanlar şahsi e-mailllerini çok sık kontrol etmiyorlar diyelim peki ya cep telefonu? İnternet üzerinden görüşmeye çağıracağınız kişilerin cep telefonlarına standart bir SMS mesajı göndermek gayet kolay ve mümkün. “Falanca firmadan iş görüşmesi için temasa geçtik, müsait olunca bizi arayın” mesajı çekilse insanlar da mesai saati içinde, ama müsait oldukları bir ara, arasalar daha iyi olmaz mı? Hem herkese telefon açmak, bulamayınca veya müsait olmadığı için görüşemeyince de tekrar aramaktan daha az masraflı ve daha kolay değil mi?

Hadi sizi aradıklarında müsait bir durumda idiniz veya bir şekilde o kısmı atlattınız. Bir başka önemli sorun da görüşme saatini ayarlamaktır. Çoğu firma iş görüşmelerini inatla mesai saatleri içinde hem de en olmadık saatlerde yapmak için ısrar etmektedir. “ Ama ben çalışıyorum, görüşmeye iş çıkışı veya cumartesi gelsem” talebinizi, “malasef uygun başka saat yok” diye geri çevirir ve sizi ya o saatte gitmeye ya da bu işi gözden çıkarmaya zorlarlar. Ancak burada mantıksal bir çelişki mevcut. Firmalar işten atılanlara pek sıcak bakmıyorlar, özgeçmişinde istifa ettiğini yazanlar da pek hoş algılanmıyor. Yani sebebi ne olursa olsun işsizse görüşmeye çağrılma şansı, çalışan bir kişiden çok daha az. Çevremizdeki pek çok işsiz tanıdığım, başvurduğu ve özelliklerine uyan iş ilanlarının çok azına çağrıldığını söylüyor, kendi çalıştığım firmalardan da mevcut bir işi olanların daha sıcak karşılandığını biliyorum. Bunun altında yatan sebep “bize iyi bir personel lazım, bu kişi de bir iş yerinde halen çalışıyor demek ki iyi”, ama işsizse “işe yaramaz biri olma ihtimali yüksek” düşünceleri. Hadi bunları doğru veya yanlış kabul ettim diyelim, ee madem öyle zaten çalışan birini işe alacaksın ne diye illa da mesai saatlerinde ısrar ediyorsun. Ya da en azından mesai saatlerinde çağıracaksan niye en az iki alternatif tarih söylemiyorsun? Senin istediğin saatte adamın önemli bir toplantısı var ve bunu söylüyorsa ne olacak? Şimdi sırf nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir iş görüşmesi için adam işini ekip seninle görüşmeye gelse, bu adamın iş ahlakından ve ciddiyetinden şüphe etmen gerkemez mi? Kendi çıkarı için halen çalıştığı iş yerinde, önemli bir işini ekip görüşmeye geliyor. Valla ben o adamı işe almam, yarın benim iş yerimde bütçe toplantısının yapılacağı gün “annemi hastaneye kaldırdılar” yalanı ile işe gelmeme ihtimali de var. Bugün sana yarın bana hesabı. Bence mantıklı olan, çalışan birini iş görüşmesine çağırıyorsanız ve illa mesai saatlerinde olsun istiyorsanız en az iki farklı tarih önermektir. Ancak işsizin bol, iş ilanlarına başvuranın tonla olduğu ülkemizde, bol başvurudan şımarmış insan kaynakları yetkilileri olaya pek böyle yaklaşmazlar. “Gelemezse gelemesin, onun problemi, bu işi istiyorsa söylediğim saatte gelmek zorunda, ben her görüşmeye gelenin keyfini yapamam ya” diye düşünürler. Bu sebeple pek çok çalışan da gerçekten istediği bir iş ise ne yapıp edip “buyurulan” tarih ve saatte görüşmeye gitmeyi kabul eder.

İkinci ve en zor aşama iş görüşmesi için iş yerinizden izin almaktır. Bunun için genel temayül hatta tek uygulama “yalan söylemektir”. İşte, iş hayatında en katlanamadığım sahtekarlıklardan biri daha. Şimdi bir iş yerinde çok mutsuz olduğunuzu düşünün, ki düşünmeye hacet yok pek çoğumuz öyleyiz, ve iş değiştirmek istiyorsunuz. Size çok az maaş veriyorlar, terfi isteğiniz reddedilmiş, prim ya da ikramiyeleriniz mali durumdan verilmemiş, yöneticiniz size çok kötü davranıyor gibi binlerce sebepten biri ya da birkaçına sahipsiniz. Sizin başka bir iş arayacağınız gün gibi açıktır. Yani bunu düşünemeyen yönetici bence akılsızdır. Ya da iş yerinde pek de probleminiz yok ama beş altı yıldır aynı firmada çalışıyorsunuz ve artık tıkandınız ve yine “uzmanların” tavsiye ettiği gibi bir iş değişikliği ile kariyerinize biraz ivme kazandırmak istiyorsunuz. İnsan kaynakları hakkında ahkam kesen pek çok yayın ve uzman da bir iş yerinde verimli olarak geçirilecek sürenin beş altı yıl arası olduğunu bundan sonra iş körlüğü, verimli olamama ve motivasyon düşüklüğü olduğunu söylüyor. Yani iş yerinde mutsuz olmasanız bile illa ki bir gün yeni bir iş arayacaksınız. Şimdi siz bu sebeple izin almanız gerektiğinde niye gidip açık açık yöneticinize veya patronunuza “efendim ben yarın iki saat izin rica ediyorum, bir iş görüşmesine gideceğim” diyemiyorsunuz? Halbuki bu cümleyi söyleyince yüzünüze mel mel bakan yöneticinize “biliyorsunuz burada falanca filanca sebeplerden dolayı mutlu değilim, o sebeple yeni iş arıyorum, bir yerden de görüşme talebi geldi oraya gideceğim, herhalde bunu zaten bekliyordunuz” veya “biliyorsunuz burada bir sıkıntım yok ama yedi yıldır bu firmada çalışıyorum artık oldum, yeni iş bulmam lazım” diyebilmeniz lazım. Çünkü gerçek sebep bunlar. Ama bunu söyleyemiyoruz. Neden? Çünkü gerçeği söylersek o zaman iş arayan bir kişi olarak firmada direkt casus muamelesi görmeye başlar ve kısa sürede de “sen istifa edemezsin biz seni atarız” egosu ile kapının önüne konulmaya aday olursunuz. Gideceğiniz iş görüşmesinde kabul edilirseniz ne ala, ama ya kabul edilmez ve ondan sonra altı ay boyunca sizi hiçbir görüşmeye çağırmazlarsa ne olacak? Dolayısı ile bu riskleri göze alamaz ve herkesin yaptığı gibi yalan söylersiniz. Peki pek değerli insan kaynakları uzmanları buna niye bir çözüm getirmiyor. Her mevzuuda profesyonellikten ve görüşmelerde dürüstlükten dem vuran uzmanların iş görüşmesine gitmek için mevcut iş yerinden nasıl izin alınacağına dair neden bir önerileri yok? Nedense bu konu üzerinde hiç durulmaz, adı konulmasa da izin almak için akla en yakın yalanı söyleyerek bunu halledeceğiniz düşünülür. Halbuki bence insanın çalışırken iş aramasında ve kariyerinde bir gelişme sağlamasındaki en önemli engel iş yerinden izin alamamasıdır. Pek çok iş yerinde, gerçekten hasta olduğunuz ve bunun herkesçe algılandığı günlerde bile ertesi gün için izin almanız veya gayet mantıklı ve gerçek sebeplerle bir özel işiniz için izin istemeniz bile sorun yaşatırken aslında gizli gizli bir iş görüşmesine gitmek için uyduruk bir sebeple izin istemek her babayiğidin harcı değildir. Söz gelimi doktora gideceğim diye izin almaya kalkarsanız mutlaka neyiniz olduğunu, ne doktoruna gideceğiniz hatta nereye gideceğiniz bile sorulur. Sizinle ilgilenmek maksatlı soruluyormuş havası verilmesine rağmen, bunları sormaktaki tek maksat yalanınızı yakalamak ve sizi zor duruma düşürmektir. Siz “efendim yarın doktora gitmek için iki saat izin rica ediyorum, saat birle üç arasında” dersiniz, yöneticiniz önce “aa neyin var” diye sorar. Önce ona mantıklı bir hastalık bahanesi uydurmak zorunda kalırsınız, genelde görünüşle anlaşılmayacak hastalıklar; böreklerim ağrıyor, midem çok rahatsız ya da dişim ağrıyor gibi bir şey seçilir. Yöneticiniz daha detaylı sorar “aa benim de aynı rahatsızlığım var hangi doktora gideceksin?” Hadi buyrun buradan yakın, şimdi bir yalan daha söylemeniz gerekli. Bu sebeple mümkünse daha önce gittiğiniz ve o hastalığın gerçekten uzmanı olan bir doktoru söyleyin ki ilerde başka başağrısına sebep olmasın. Sorgulama bununla bitmez, hastalığınıza ve doktora gideceğinize inanmış gözükse bile yöneticiniz yine sorar “ama o saatlerde olmaz, biliyorsun burası çok yoğun, haftasonu veya akşam niye gitmiyorsun?” Şimdi de neden gün ortasında gitmeniz gerektiğine dair bir yalan söylemeniz gerekir. Artık ver elini hayal gücü, doktorun randevu saatlerinde yoğunluk olduğu, bir tek o saatlerde orada olduğu vb birşeyler uydurulur. İnanmaz gözlerle size bakan yöneticiniz zor bela “peki ama çabuk dönmeye çalış” derse ne ala. Demezse zaten başınız belada. İzin almak konusunda tek atışta başarılı olmak istiyorsanız, benim size tavsiyem fazla detaya gerek olmayan ve kesinlikle belli bir saatte belli bir yerde olma zorunluluğu veren yalanları söylemenizdir. Örnek veremeyeceğim çünkü benimkiler gerçekten çok özel, şimdi bu kitabı okuyan eski yönetcilerimin “yuh bu da mı yalandı” diye arkamdan küfretmesini istemem doğrusu. Bu sebeple örnekleri sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Ama bizi bu hallere sokanlar utansın!

Diyelim ki izin almayı başardınız ama görüşmeye gideceğiniz gün ofiste bunu nasıl belli etmeyeceksiniz? Kabul edeceğiniz gibi bir iş görüşmesi için ofisten en fazla yarım gün izin alınır, genelde de iki üç saatlik izinlerle idare edilir. Bunun anlamı iş görüşmesinin olacağı gün, görüşmeden önce veya sonra mutlaka belli bir sürede ofisinizde olacağınızdır. Şimdi, iş görüşmesine giderken kuaförü ziyaret etmiş saçlar, iyi bir makyaj ve en iyi takım elbiseniz ile gitmeniz şarttır. Bu konuda erkekler daha şanslı, onlar her zaman koyu renkte bir pantolon ceket giyip her gün traş olduklarından daha az dikkat çekerler. Ama bayanların en iyi takımları, fönlü saçları ve harika makyajları ile ofise geldikleri bir günde değil yöneticisi, hiç kimse onun doktora falan gideceğine inanmaz. İş görüşmesine en “cool” halinizle gitmeniz şart, peki bunu ofiste nasıl belli etmeyeceksiniz? İşte iş hayatının, insanı çileden çıkaran, uğraşılması ve insanı kendinden tiksindirecek çözümler bulmasına sebep olan sorusu budur. Benim kişisel tavsiyem biraz teçhizat gerektiriyor. Eğer özel arabanız varsa çözümü basit. İş görüşmesine giyeceğiniz takımın sadece altını giyin, üstünü alakasız, hiç uymayan hatta paspal görünecek bir üstle tamamlayın, ayakkabı olarak da en gündelik olanlarını tercih edin. Saçlarınızı fönletseniz bile hafif toplayın ki belli olmasın. Makyajınızın ise sadece bir kısmını yapın, yani fondoteninizi sürün. Takımınızın ceketi, iyi ayakkabılarınız ve makyaj çantanız arabanızda dursun, görünüşü değiştirme işini arabanızda yapın. Ofise geri dönecekseniz de makyajınızı silip, paspal üstünüzü giymeyi ve ayakkabılarınızı değiştirmeyi unutmayın. Özel bir aracınız yoksa teçhizatınızı içini göstermeyen bir çantaya koymanızı ve çaktırmadan giderken onu da almanızı öneririm. Kendinizi değiştirme faslı için en yakın Mcdonald restaurantı veya uygun bir yeri de gözünüze kestirin. Bunları yapacak mekan ve zaman bulamıyorsanız mecburen iş görüşmesine gideceğiniz formatta ofisinizde arzı endam etmeniz gerekir, ki bu durumda da bu kadar hoş görünmenizi gerektirecek bir yalan uydurup, akşam bir yemeğe gideceğinizi falan söyleyebilirsiniz. Ama unutmayın ilk görüşmeye giderken ofisinizde dikkat çekerseniz ikinci görüşme için izin almanız hayli zor olacaktır. Yaaa, bir de ikinci görüşme var tabi.

İlk görüşmeyi kazasız belasız atlattınız ve ikinci görüşmeye de çağrıldınız diyelim. Bu aradan uzun bir zaman geçtikten sonra oluyorsa ne ala, ama bir hafta sonra tekrar izin almanız gerekirse ne yalan söyleyeceksiniz? İşte herşey yeniden başlıyor, gene uygun yalanı bulma, gene yöneticiniz karşında tek kişilik bir oyun sergileme, gene giyim problemi. İnsan bu kadar stresi nereye kadar kaldırır? Hele bir de sıkı bir iş arama faaliyetine girdiğinizi aynı anda birkaç ilana başvurduğunuzu ve aksi gibi çoğunun da birbirine yakın tarihler de sizi görüşmeye çağırdığını düşünün. İzin almak tam bir kabusa dönüşecektir. İşte bu yüzden, çalışırken iş aramanın aslında pek de mümkün olmadığına ya da pek hayırlı sonuçlanmayacağına inanıyorum. Görüşmelere gidebilseniz bile, iş aradığınızı çakan yöneticiniz veya bunu ortama yayan bazı ofis arkadaşlarınız yüzünden “dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma” durumunu yaşayabilirsiniz. Gittiğiniz görüşmelerin iş teklifine dönüşmesi olmazsa iyiden iyiye yandınız. Benim bünyem bu kadar stresi kaldırmaz diyorsanız ya istifa edip iş aramayı, ya da iş görüşmeleri yoğunlaşınca istifa etmeyi göze alacaksınız. Ancak çalışırken iş arayan, bir firmada çalışırken diğerine rahatlıkla ve sorunsuz geçebilen, iş görüşmelerine çaktırmadan gitmeyi başarabilen kişileri kutluyorum. Yalan söyleme becerilerinin, hayal güçlerinin, sinir katsayılarının ödüle layık olduğunu düşünüyorum.

Bunu başarı ile hallettiğinizi ve bir firmada çalışırken bir başka firmada iş bulduğunuzu, görüşmelere rahatlıkla gidip sonunda işi kaptığınızı farz edelim. Son bir sorun daha var, adına “ihbar süresi” deniyor. Eğer çalışırken bir iş buldu iseniz, mantıksal olarak bu en azından ikinci işiniz olacaktır. Zırt pırt iş değiştiren biri değilseniz, ki bu da uzmanlarca çok ayıplanan birşeydir, son iş yerinde en az iki yıldır çalışıyor olmalısınız. Bu durumda ihbar süresiniz 6 haftadır. Hadi biraz daha az çalıştınız da yasal ihbar süreniz 4 hafta. Gene de durumunuz pek parlak sayılmaz. İhbar süresi, işvereni kötü niyetli çalışandan korumak maksatlı çıkarılmış birşey. Yani bir yerde çalışırken bir anda başka bir iş bulup kaçıp gitmenizi ve işvereni belki de zarar ettirecek şekilde ortada bırakmanızı engellemek için konulan bir süredir. (Tabi aynı şekilde işverenin çalışanı işten çıkarmadan önce yeni bir iş bulsun diye bilgilendirmesini de sağlamaktadır, ama konumuz istifa olduğu için sadece bu açıdan ihbar süresine bakacağız.) Siz işten ayrılacağınızı, belirtilen yasal süre öncesinden haber verirsiniz ki işveren de bu süre de siz çalışmaya devam ederken, yerinize birini bulsun veya işlerinizi birine devrettirsin ve işler ortada kalmasın. Bu gayet mantıklı gelen bir açıklama ama mantıksız olan şey genelde uygulamada böyle medeni olunamamasıdır. İşini değiştiren pek çok kişi ayrılmayı planladığı iş yerinden nefret etmekte ya da bazen orada gerçekten kötü şeyler yaşamakta olabilir. Bu kişinin istifa etmesinden sonra orada bir ya da birbuçuk ay daha kalması ve işlerini eski performansı ile yapması pek de insanoğlunun tabiatına uygun değildir. Adam ordan ayrılmaya karar vermiş, başka iş bulmuş, artık sallar mı o iş yerini, kendine sıkıntı veren işleri yapar mı? Yapacağını düşünmek de biraz hayalcilik değil mi? Hadi diyelim o çok profesyonel düşünüyor ve ayrılacağı güne kadar aynı şekilde çalışmaya niyetli, öte taraftan pek çok firma işe başlatacağı personeli o kadar süre beklemeye pek hevesli olmaz. Zaten yeni birini işe almaya kalkışan firmanın, iş ilanı, iş görüşmesi ve karar verme ile kaybettiği ciddi bir süre söz konusu iken bir de seçtiği personelin bir ay sonra işe başlamasını bekleyebilir mi? Kaç firma bekler? Bu da ayrı bir sorun olur size, yeni işe kabul edilmeden şimdiki işinizde istifa veremezsiniz, öbür iş olur olmaz da en kısa sürede gelmeniz istenir. Tabi bunun çözümü eğer bedavaya çalışmayı veya cebinizden para vemeyi göze alıyorsanız istediğiniz vakit çıkıp gitmenizdir. İhbar süreniz dolmadan işten ayrılırsanız, işvereniniz içeride alınmamış maaşınız varsa o paradan kesmek, yoksa sizden ihbar süresine karşılık gelen meblağ kadar ihbar tazminatı tahsil etmek yoluna gidecektir. Bedavaya çalışmak veya ayrılırken üstüne para vermek her çalışanın kanına dokunan bir hadisedir. Bu sebeple ihbar süreleri karşılıklı kavga ve tehditler, çeşitli yalanlar ve entirikalar ile halledilir. Çoğu zaman çalışan kişi ihbar süresini doldurmadan ve en az mali zararla kaçmayı başarır. Ne diyeyim, helal olsun. Ama benim sözüm onları ihbar süresini bekleyemeden işe alan firmalara; “bu personelin yarın sizin firmanızdan aynı şekilde kaçmayacağını nereden biliyorsunuz?” Değil mi ama? Uyumayalım lütfen, iş dünyasının profesyonellerinden, ihbar süresi uygulamalarına akılcı ve makul çözümler getirmelerini bekliyorum.

Niye toplandık?

Yıllar önce yazdığım kitabımın bu bölümünü okurken yeniden o günlerde beni en çok boğan şeyin toplantılar olduğunu hatırladım. Kimbilir belki benim çalıştığım firmalardan ya da insanlardan kaynaklanıyordu. Ama okuyun siz karar verin, belki siz de aynı hisleri paylaşıyorsunuzdur.

BÖLÜM 10-----TOPLANTI KÜLTÜRÜ
Efendim, hepiniz toplantı kültüründen haberdarsınız değil mi? Tabi tabi. Ofisinde toplantı yapılmayan yoktur herhalde. İster çok kurumsal bir şirkette ister kıytırık bir patron şirketinde çalışın mutlaka toplantı işkencesine maruz kalıyorsunuzdur. Öyleyse bakalım elimizde toplantı yapmak ve toplantı kültürü ile ilgili ne gibi bilgiler var.
Toplantı niye yapılır?
Şimdi öncelikle benim anlamadığım şey toplantı yapmayı kim bu hale getirdi. Toplantı niye yapılır? Birbirleri ile gün içinde iletişim kuramayacak kadar meşgul olan kişiler belirli ve konuşulması, bir karara varılması gerken konular üzerinde konuşabilsinler diye, değil mi? Maksat işinize gerekli konularda konuşmanızdır, ideal toplantı kısa olur, gündem dışına çıkılmaz, sadece gerekli kişiler katılır falan. Oysaki benim çalıştığım ve tanıdıklarımın çalıştığı pek çok şirkette toplantılar pek böyle yapılmıyor. Bir kere toplantı yapmış olmak için toplantı yapan insanlar var. Mesela çalıştığım son firmada patron ve genel müdüre danışmanlık yapan bir şirket, yaklaşık yirmi kadar ana başlık altında düzenli toplantılar yapmasını salık vermişti. Bunu kabul eden pek sevgili yöneticiler de uygulamaya koymuşlardı. Tüm departman yöneticileri haftada en az dört gün boyunca çeşitli toplantılara katılıyorlardı. Üstelik departman yöneticileri ile birlikte her departmanda çalışan personel de kendisi ile ilgili olduğuna kanaat getirilen en az iki üç toplantıya katılıyordu. Şimdi diyeceksiniz ki ne var bunda ne güzel bilgi paylaşımı yapılıyormuş. Hayır efendim, öyle olmuyordu. Bir kere şirketle veya personelle ilgili, hayati kararlar daima kapalı kapılar arasında bir kaç kişi arasında görüşülmeye devam ediyordu. Mesela eleman alımına karar verilmiş, eleman çıkartmaya karar verilmiş, performans değerlendirme sistemi değiştirilecekmiş, primler kalkmış, maaşlar geç ödenecekmiş, şirkete yeni araba alınacakmış, vb bilgi sahibi olmak isteyeceğiniz hiçbir konu hakkında toplantılarda konuşulmaz. Toplantılarda genellikle eften püften konular konuşulur, birşey karara bağlanamaz, karar alınsa da uygulanmazdı. Yani çoğu zaman haybeye toplantı yapılırdı.
Diyelim ki sizin toplantılarınızda önemli şeyler konuşuluyor, karar alınıyor, kararlar uygulanıyor. Toplantı yapılmasından yanasınız. Peki zaman kaybına ne diyeceksiniz. Tüm gününü iş yapamadan toplantılarda geçireniniz yok mu? Vakti toplantılarda geçmiş olmasına rağmen sanki o gün full time çalışmış gibi işlerini yetiştirmesi bekleneniniz? Orta kademe yönetici olarak çalışan bir arkadaşım bir gün genel müdüre gerekli gereksiz bir sürü toplantıya katılıyorum, işlerimi yetiştiremiyorum diye yakınmıştı, amaç genel müdürden “ o zaman bazılarına katılma” demesini duymak ve onayını almaktı. Ne duydu dersiniz? “O zaman cumartesi gel işlerini tamamla”. Buyrun buradan yakın.

Sonra toplantı dediğin bir gündem üzerine yapılır değil mi? Toplantı yapılsın diye gündem yaratan yönetici gördünüz mü? Ben gördüm. Sırf takvime işlenmiş haftada bir toplantı yapılması öngörülmüş diye çok toplantı yaptığımız olmuştur. Peki ya sizin. Hadi bir haybeye yaptığınız toplantıların sayısını düşünün.

Toplantıda ne yapılır?
Peki toplantıları o ya da bu sebepten gerekli veya gereksiz yapıyorsunuz diyelim. Peki toplantıda ne yapıyorsunuz? İş hayatımdaki ilk yıllarda toplantılarda pür dikkat konuşulanı dinlemeye, not almaya, söz alıp fikrimi söylemeye gayret ederdim. Sonraki yıllarda not kağıtlarına çiçek böcek resmi çizen, anlamsız karalamalar yapan topluluğa katıldım. Toplantılar uzadıkça ve gündemden uzaklaşıldıkça gözü açık uyuma konusunda da hayli yol katettim. Siz toplantıda ne konuşursanız konuşun sonuç pek farklı olmuyordu. Mesela departman yöneticiniz bir konu üzerinde görüşmek ve görev dağılımı yapmak için tüm ekibi ile toplantı yapar. Sizin fikirlerinizi almasını, görevleri size de danışarak dağıtmasını beklersiniz değil mi? Nafile.. Genelde sonuç ne olur? Yöneticiniz toplantı yapmaz, aslında size briefing verir, görevleri istediği gibi dağıtır, itirazlara aldırmaz, fikirlerinizi dinlese bile umursamaz, sonunda da herkesin kendisine katıldığına ve hak verdiğine kendini inandırmış şekilde odadan ayrılır. Peki madem böyle yapacaktın ne diye toplantı yapıyorsun, değil mi? Yaz bir e-mail, konuyu, ne istediğini, ne düşündüğünü anlat, kimin ne yapmasını istediğini söyle, gönder hepimize. Niye bize işkence ediyorsun. Hesapta “bakın birlikte konuştuk, karar aldık, görev paylaştık” diyecek. Siz de biliyorsunuz ekip çalışmasının ruhudur, toplantı yapmak!

Arada bir daha kalabalık toplantılar yapılır, en azından benim iş yeimde yapılırdı. Bunlara katılım çok olacağından mesai saatlerinin dışına konulur. Mesela cumartesi toplantı yapmak için ofise giderseniz veya akşam dokuzlara kadar ofiste toplantı yaparsınız. Düşünün bu gibi toplantılarda neler konuşulduğunu. Gerçekten o saatlere kadar konuşulmaya değer konular mıyıdı? Başka zaman mesai saatlerinde konuşulabilir miydi? Bu toplantının yapılması ne kazandırdı? Düşününce özel hayatınızdan yenen saatlere içiniz cız etti mi? Az ya da çok bana katılanlar var mı aranızda?
Neyse ben kendi adıma, bu gibi sebepler yüzünden bir süre sonra toplantı katılımlarına isyan etmeyi bıraktım, üzerime bir rehavet çöktü. Toplantı mı var? Alıyorum defterimi elime sessizce gidip bir köşeye oturuyorum, söylenenleri itirazsız dinliyorum, ne görev verilirse yazıyorum, kafa sallıyorum. Geri kalan kısımda da yaratıcı çiçek böcek resimlerimi çiziyorum. İsyan insanı yıpratır, sonunda benim gibi kabullenir oturursunuz, işte, toplantılar adamı böyle eğitir, böylelikle toplantı kültürüne aşina hatta uzman olursunuz.

Kariyer planlama ne menem şeydir?

Performans değerlendirme üzerine yazdığım bölümü beğenen oldu ise bunu da sevecektir diye düşünüyorum.

BÖLÜM 9-------KARİYER PLANLAMA
Gelelim iş hayatının bir başka güzide kavramına. Bildiğiniz gibi kariyer planlama diye birşey var. Nedir kariyer planlama? Bu iş hayatını daha da sahte hale sokmak için kim olduğunu bilemediğim (ama yakalarsam fena yapacağım) birileri tarafından uydurulmuş bir kavramdır. Temelde sizin iş hayatının başında hatta daha iş hayatına başlamadan, ömrünüz boyunca ne iş yapacağınıza, bu işte hangi zamanlarda nasıl yükseleceğinize, kendinizi geliştirerek hangi pozisyondan hangi pozisyona, hangi sektörden hangi sektöre geçeceğinize karar vermiş olduğunuz farz edilir. Bu kişinin kendi için yaptığı kariyer planıdır. Bir nevi iş hayatı falınızı biliyor olmanızdır. Çocukken büyükler mutlaka size de sormuşlardır, çünkü her çocuğa sorulan en geyik sorudur bu, “büyünce ne olacaksın yavrum”. Zavallı çocuk da hayal gücünün elverdiği ölçüde yanıtlar, “doktor olucam, öğretmen olucam veya süpermen olucam” diye. Bu soruya en güzel cevabı biricik erkek kardeşim vermişti. Daha okula bile başlamadığı yaşlarda sordular bir gün, büyüyünce ne olacaksın diye, “kaplan olucam” dedi. Artık hangi çizgi filmde gördü ise, kaplan olmayı büyünce olunabilecek güzel bir iş olarak belirlemişti. Bu soruya aslında kendinden habersiz “sabinin” şöyle cevap vermesi ne güzel olurdu: “Ne bilim ne olucam? Bakalım ailem beni hangi okullara yollayacak, özel ders aldıracak mı, dersaneye yollayacak mı, yeteneklerimi göz önünde bulunduracak mı, okuldan mezun olunca ülkenin hali ne olacak? Sorulur mu bu şimdiden?” Aslında üniversiteden daha mezun olmadan staj için başvurduğunuz iş yerlerinde ya da mezun olduktan sonra yaptığınız ilk iş görüşmelerinde de benzer bir cevap şahane ve dürüst olurdu. “Kariyer planınız nedir Ayşe Hanım?” “Şey ben aslında şöyle adı sanı duyulmuş, maaşları dolgun bir yabancı şirkete, mümkünse marketing departmanına kapak atmak, orada palazlanıp sonra gelecek tekliflerle bir kaç yıl içinde başka bir firmaya marketing manager olarak gitmeyi planlıyorum, on yıl içinde de bir genel müdürlük kapsam fena olmaz, hangi sektör olduğu pek mühim değil. Ama tabi bana hangi firma iş verecek, başvurduğum birbiri ile alakasız bir sürü pozisyondan hangisi tutacak bilmiyorum, bahtıma ne çıkarsa katlanıp, çıkan fırsatları değerlendireceğim”. Tabi böyle söyleyemez, başvurduğunuz firmanın sektöründe ve başvurduğunuz departmanında çalışmayı hayallerinizi süslüyormuşcasına arzuladığınızı anlatmanız gerekir. Siz de öyle yaparsınız. Sonra da Allah ne verdiyse fırsatları değerlendirmeye çalışırsınız. Bizim ülkemizde kişinin kendi için yaptığı kariyer planı, kendi kontrolü dışındaki pek çok makro ve mikro faktöre bağlı olduğundan aslında yüzde yüz hayal ya da yalandır.

Bir de firmaların sizin için yaptıkları kariyer planı vardır ki, tadından yenmez. Çalıştığınız firmanın çalışanları için kariyer planlaması yapması teoride, tüm çalışanların iş hayatı için bir plan yapılması ve o planın gerçekleşmesi için de ön koşul şartlarının belirlenmesi demektir. İşe girdikten sonra bir kişinin hangi şartlar altında ve ne kadar süre sonra bir üst pozisyona geçebileceği, dikey olarak hangi pozisyon fırsatlarının olduğu, hatta dikey yükselme koşullarının fazla olmadığı firmalar için de departmanlar arası yatay terfi imkanlarının neler olduğu belirlenir. Amaç çalışanın sürekli kendini geliştirmesini sağlamak, sürekli bir amaca yöneltmek (yeni havuç sallamak), o iş yerine bağlılığını artırmak, onun gelecek planlarını yine o firma içinde yapmasını sağlamaktır. Böyle anlatınca ne harika geliyor kulağa, değil mi? Oysa işin özü, sizde, orada yükselip daha matah birşey olabileceğiniz sanrısını yaratarak, firmada daha uzun süre kalmanızı ve kaldığınız sürece de daha esaslı çalışmanızı sağlamaktır. Daha da komik olanı bu “gizli” amaç bile becerilemez, kariyer planlama yapıldığı idda edilen firmalarda bile bir maskaralığa dönüşür.

Yine güzide insan kaynakları sitelerinde salık verildiği üzere gittiğiniz iş görüşmelerinde, o iş ve o firma ile gerçekten ilgili olduğunuzu göstermek için “firmanızda kariyer planlama yapılıyor mu?” diye sormanız salık verilir. Tabi görüşmeyi yapan yetkili sizi sorguya çektikten ve “hepsi bu kadar, sizin sormak istediğiniz birşeyler var mı?” dedikten sonra, sizin de hala takatiniz kalmışsa sorabilirsiniz. Her firmada değişik bir cevap alabilirsiniz ama aslında özetle söylenen şey “ne kariyer planlaması, önce sen bir çalış da görelim, bir ay içinde kovulacak mısın, bir sene içinde başka bir firmaya kaçacak mısın? Önce burada bir kök sal bakarız sonra”dır. O yüzden siz zahmet edip sormayın bunu ben size hangi firmada çalışırsanız çalışın kariyer planlamanızı kendiniz nasıl yaparsınız, şimdi özetleyeceğim.

Şimdi diyelim ki okuldan mezun oldunuz ve x bir firmada, y departmanında, z ünvanı ile işe başladınız. Hemen çalıştığınız departmanda kaç kişi olduğunu, ne ünvanda çalıştıklarını ve ne kadar süredir çalıştıklarını öğrenin. Ünvanı sizden farklı ve daha iyi olan birileri varsa bu “departmanınızda ara kademeler var” demektir. Yani bir süre sonra yükselebileceğiniz bir ünvan var. Yok herkes aynı ünvanla çalışıyorsa ilk hedef yöneticinizin koltuğudur. İlk durumda işiniz daha kolay gözükebilir. Ama bir ekip ya da bir departman içinde kaç tane ara kademe kadrosu olduğu önemli bir faktördür. Diyelim ki siz uzman yardımcısısınız, bir de uzmanlar var. Ama kaç uzman kadrosu var, bu önemli. Az sayıda kadro varsa uzun zaman olduğunuz yerde sayarsınız. Ya da en iyi ihtimalle vakti gelince bir üst ünvanı alsanız bile kadro yetersizliğinden aynı işleri yapmaya devam edersiniz. Çünkü uzmanlar bir üst kademeye geçememiştir, firma yeni çalışan da almayacağı için siz de uzman olsanız bile kıdemi az olan uzman olarak uzman yardımcılığı işlerini yaparsınız. Yani ara kadrolar olması her zaman çok iç ferahlatıcı bir durum değildir. İkinci durumda yani herkesin sizinle aynı ünvanda olduğu ve ilk üst pozisyonun yöneticinizin koltuğu olduğu durumda ise işiniz daha da zordur. Birinci sebep o koltuğun boşalması için yöneticinizin ölmesi, istifa etmesi veya terfi etmesi gerekir. Bu üç durumda da grubunuzdan birinin oraya terfi ettirilme şansı azdır. Gidip dışardan birini bulma eğilimi çok yüksektir. Diyelim ki içinizde o pozisyon için yetenekleri ve kıdemi yeterli olanlar var, siz de onlardan birisiniz ve firma içeriden birini getirecek. O zamanda tek koltuk için bir sürü rakiple savaşmanız gerekecektir. Savaşta herşey mubahtır ilkesi ile hareket eden kazanacaktır elbet, ki çoğu zaman bu siz olmazsınız. Genel ve uzun vadeli bir bakış için hep bir üst ünvanda kimlerin ne kadar kaldığını, ne şartla değiştiğini gözlemleyin. Bir üst kadronun da üstüne çıkmak için kaçta kaç şansınız olduğunu hesaplayın. Çoğu çalışanın şartlar eşit ve adil olduğunda çalıştığı departmanın yöneticisi olması için, o firmaya uzun yıllar dayanması gerekmektedir. Özetle en fazla üç yıl içinde size bir üst ünvana geçiş garantisi, beş yıl içinde en azından bir orta kademe yöneticilik ve yedi sekiz yıl içinde çalıştığınız departmanın yöneticiliği (en azından şansı) görünmüyorsa, o firmada biraz palazlanıp en kısa sürede bir üst ünvanla başka bir firmaya geçin. Terfi etmek için size muallakta şartlar sunuyorlarsa arkanıza bakmadan kaçın. Size kariyer planlamada yatay geçiş imkanlarımız var deniyorsa buna da şüphe ile yaklaşın. Mesela çalıştığınız firmanın satış, finans, üretim, satınalma, arg&ge departmanları var. Şimdi siz mühendis olarak işe girdi iseniz yatay geçiş yapacağınız yerler sınırlıdır. Ya da satışcı iseniz hangi departmana yatay kayabilirsiniz. Üretimde iken yükselip yükselip, sonra üretim müdürlüğü kadrosu olmadığı için MBA yapıp satış müdürü olan kaç kişi var? Ya da satışcı olarak çalışıp çalışıp sonra terfi imkanı orada olduğu için finans departmanına geçen kaç kişi var? Bir mühendis satış departmanında çalışacaksa zaten kariyerine öyle başlar, sonradan geçmez. Ayrıca herhangi bir çalışanın alakası, tecrübesi, eğitimi olmadığı başka bir iş için terfi alması pek mümkün değildir. Bu sebeple dikey fazla pozisyon olmadığında, departmanlar arası değişimle motivasyon ve iş körlüğünü azaltarak yapılan kariyer planlamaya da pek kanmayın, öyle şeyler pek olmuyor. Olsa da size olma ihtimali pek az.

“Kariyer planlama” geyiğinin “perfomans değerlendirme sistemleri ile ilişkilendirilmesi” de ayrıca “hoş” bir durumdur. Bu terimlere de inanın hasta oluyorum. İnsan kaynakları “uzman”larının yaptıkları işleri daha bir karmaşık ve mühim göstermek için böyle laflar türettiğine inanıyorum. Benimle aynı fikirde olanınız varsa lütfen buluşalım, gruplaşalım. Neyse bu ilişki, performans değerlendirme ve kariyer planlamanın başbaşa bir odaya bırakılıp, sevişip çocuk yapmaları anlamındadır. Gülmeyin, doğru söylüyorum. Meali şu, perfomansınız bir çocuk doğurur yani kariyer planlamanıza bir meyve verir. Çocuğunuz kel kör topalsa kariyer planlamanız da kahrolacak, yok gürbüz birşey ise dört köşe olacaktır. Ama yurdum firmalarında bu da pek böyle olmaz, ilişkinin düzeyi düşük olur hatta “one night stand” muamelesi görür. Yani performans değerlendirmeler yapıldığında çok iyi bir sonuç almışsanız o an için sırtınız sıvalanır ama siz bunun uzun vadeli bir getirisi olmasını beklerken hadi masana dön muamelesi görürsünüz. Performansınız terfinizi haklı kılacak kadar iyi çıkması ihtimalini bir önceki bölümde birlikte incelemiş ve pek de yüksek olmadığı konusunda hem fikir olmuştuk sanırım. Ama diyelim ki kazara öyle çıktı. Yine de kariyer planlamanızda bir değişiklik olması ön görülmez. En mükemmele ulaşın diye gaz veren firmaların en mükemmele ulaşan personele şöyle örnek olsun diye bir güzellik yapmaları gerekirken, “tamam bu dönem en mükemmele ulaştın ama terfi için en az beş yıl daha çalışıp her dönem böyle performans göstermen (ve de terfi edeceğin yerin boşalması) gerek, sana en çok yüzde şu kadar zam verebiliriz” diyerek maaşını otuz ya da elli YTL değiştirecek bir zam sunmaları çalışanın azmini nasıl etkiler sizce?

İnsanoğlu aslında hep çocuk gibidir. Uzun vadeli beklentilerle pek de motive olamaz. Tıpkı ebeveynlerinin “ortaöğrenim hayatın boyunca her gün en az dört saat ders çalışacağına söz verirsen mezun olunca sana istediğin playstation’ı alacağım” dediği çocuk gibi buna burun kıvırır ve “ooooo o zamana kadar playstation üretimden kalkar başka şey çıkar, ben o kadar bekleyemem” deriz. Bu yüzden çalışanlara, perfomans değerlendirme, kariyer planlama ile motivasyon sağlamayı, onları sıkıp yağını çıkaracak verimi almayı planlayan kişilere daha kısa vadede ulaşılabilecek havuçlar vadetmelerini ve bu havuçları kapmak için birden fazla ön koşul koymamalarını öneriyorum. Kişisel olaraksa zaten tüm bunlara karşıyım, gıcığım, yapmam, yapanı da sevmem.

Performans

Bu kitabımdaki en sevdiğim bölümlerden biriydi:

BÖLÜM 8------PERFORMANS DEĞERLENDİRME
Çocukken karne heyecanı daha doğrusu karne korkusu yaşardık. En başarılı öğrenciler bile karne alma gününde bir endişe taşırdı. Zayıf almaktan yana korkusu olmayanlar beklediği notlar gelecek mi diye endişelenirdi. Karne almaktan, okul bitince kurtulacağınızı düşünüyordunuz değil mi? Ama kurtulamadınız, artık perfomans değerlendirme formları ile aynı heyecanı yaşayacaksınız.

Efendim firmalar bir performans değerlendirmedir tutturmuş gidiyorlar. İnsan kaynakları seminerlerinde bu konuşuluyor, yeni yeni sistemler icat etmeye çalışıyorlar. Perfomans değerlendirme çok önemli imiş, ücret ve ödüllendirme sistemleri performans değerlendirmeye bağlanmalı imiş ayrıca kariyer planlamada buna bağlı olarak çalışmalı imiş, falan filan. Şimdi yöneticilerinizin ve insan kaynakları uzmanlarının yaptıkları bu laf kalabalığının ne menem bir şey olduğunu ben sizin için özetleyeceğim.

Öncelikle şunu belirteyim ki performans değerlendirmeye fikirsel olarak karşı değilim. Doğru yapılabildiği, sonuçları kullanıldığı sürece, tabi ki performans değerlendirme güzel bir şeydir. Gerçekten çalışanla, çalışmayanı daha da önemlisi, çalışmayıp gemisini yüzdüren akıllı kaptanı ayırt edebilecekseniz, sonra da adaleti sağlayacaksınız ben ellerinizden öperim. Ama ne yazık ki performans değerlendirme sadece teoride faydalı olan bir uygulamadır, gerçekte bir halta yaramaz. Bu sebeple perfomans değerlendirmeye de ayrıca gıcığımdır.

Şimdi performans değerlendirme nasıl yapılıyor, ona bir bakalım. Çeşitli sorulardan oluşan formlar var. Bu sorulara göre performansınızı yöneticiniz puanlıyor, bazı iş yerlerinde sizin de aynı formu kendiniz için doldurmanız isteniyor. Kimi iş yerinde yöneticiniz, her bir soru ya da başlık için size ne not vermiş öğrenebiliyorsunuz, kimi iş yerinde sadece toplamda kaç puan verdiğini öğreniyorsunuz. Kimisinde de size söylemeye bile tenezzül etmiyorlar. Çok nadir olarak bazı iş yerlerinde, siz de yöneticinizin performansını değerlendirebiliyorsunuz. Uygulama nasıl olursa olsun, yurdum insanı bunu saçma hale getirmeyi özenle başarıyor.

Sondan başlayalım. Bir kere yöneticisini gerçekten vermek istediği puanlarla değerlendirebilecek bir babayiğit çıkmaz. Zaten çıkacağını düşünen zihniyet akılsızdır. Yahu bu adam bu yönetici ile çalışmaya devam edecekse, ona nasıl kötü puan verebilir, içinden geldiği gibi değerlendirirse, o yönetici bunun acısını öyle ya da böyle o adamdan çıkarmaz mı? Hangi akıllı kendi kuyusunu böyle kazar? İsimsiz değerlendirme bile adamı kurtarmaz, her yönetici kimin onun hakkında iyi kimin kötü şey yazacağını bilecek kadar personelini tanır. En azından kimden şüpheleneceğini bilir. Bunun farkında olan çalışan da ismini yazmıyor bile olsa değerlendirme formunda yüzde yüz dürüstlükle bir değerlendirme yapamaz. Bu sebeple yöneticiyi, çalışanın değerlendirmesi uygulaması baştan yalandır, boşuna yapılmaktadır.

Sonra kişinin kendini değerlendirmesi de ayrıca saçma bir uygulamadır. Montaigne’nin denemelerinde şöyle bir söz vardır. “Dünyada en adaletli dağıtılan şey akıldır. Neden mi? Kimse kendine düşen paydan şikayetçi olmaz da ondan. Nasıl olsun ki? Aklını beğenmemesi için aklından ötesini görmesi gerekir”. Bence performans değerlendirmede kişinin kendini değerlendirmesinin anlamsız olduğunu açıklamak için bu sözler yeterlidir. Ama hala anlamayanınız varsa açıklayayım. Şimdi önünüze bir form geliyor. Formda çeşitli sorular var. Mesela “sorumluluk duygunuzu değerlendiriniz”. Altında veya yanında kutucuklar, ya onlu sistemde ya yüzlü sistemde kendinize sorumluluk duygunuz üzerinden bir not vermeniz isteniyor. Şimdi kim ben sorumsuzum der, kim sorumluluk sahibiyim ama bazen ipin ucunu kaçırdığım için kendime yedi vereyim der? Kendine bu sorudan yüz ya da on vermeyene şunu sorarım, “yani sorumsuz olduğunu ya da ara sıra sorumsuz davrandığını kabul ediyorsun, madem bunun farkındasın niye düzeltmedin kardeşim, form karşına gelince mi farkettin?” Kendine tam puan verene diyecek bir lafım yok. Ya haklıdır ya da değil. Eğer haksızsa yöneticisine “bu zamana kadar ne çalıştırdın veya niye uyarmadın kardeşim” derim. Performans değerlendirmede sen soracaksın o da kendine düşük not verecek sen de "hah bak sen de kabul ediyorsun, bu böyle olmaz” deyip işten mi çıkaracaksın? Var mı böyle bir vaka. Buradaki “sorumluluk” yerine kendi performans değerlendirme formunuzdaki hangi soruyu koyarsanız koyun durum ve mantık aynıdır. Yani kişi kendini objektif değerlendiremez. Yok gerçekten objektif değerlendiriyorsa o zaman da eksiklerinin farkında olup bunları performans değerlendirmeye kadar düzeltmediği ve oturup kağıda döktüğü için yol verin gitsin, çünkü bu da kafasının çalışmadığı anlamına gelir.

Performans değerlendirmede gerçeğe en yakın ve en mantıklı olabilecek şey, çalışanları üstlerinin değerlendirmesidir. Ancak bu da suistimale ve kötü niyete karşı oldukça korunmasız bir yöntemdir. Bir kere hiçbir yönetici çalışanlarına hiçbir konuda tam puan vermez, bazı sorular (veya başlıklardan) tam puan veriyorsa bile toplamda yüz üzerinden yüzlük personel pek çıkmaz. Neden mi? Basit, çünkü bu kadar mükemmel bir çalışan ya ödüllendirilmeli ya terfi ettirilmelidir. Ama yapılmaz, yapılamayacağı için de yüzlük bile olsanız öyle not verilmez. Aranızda “efendim her sorudan yüz puan aldı diye niye ödüllendirelim, niye terfi ettirelim bunlar zaten onun görevi, zaten böyle olması gerekiyor” diyeniniz varsa ben de şunu sorarım “Madem bunlardan tam puan almak zaten mecburi, yani zaten olması gerken yüzlük olmaksa, niye yapıyorsunuz bu değerlendirmeyi, niye bir sürü puan aralığı koyuyorsunuz? Mükemmelse çalışsın, değilse atın işten”. Ama kazın ayağı öyle değildir. Ortalamada yedi (veya yetmiş) almış bir personel de aslında o işi hakkıyla yapmaktadır ama siz biraz daha gaz vermek için, kendini biraz daha paralasın diye ona biraz düşük (öldürmez ama süründürür) bir not verirsiniz. Böylece kötüsün deyip onu “beni burada beğenmiyorlar, istemiyorlar” diye yeni bir iş bakmaya yönlendirmemiş ama “ben harikayım” diye de havalara sokmamış olursunuz. Daha iyi olabilirim düşüncesi ile biraz daha kendini paralamasına da sebep verirsiniz. Akıllıca değil mi? Performans puanından memnun olmayanlar bunu bir düşünün, ne dersiniz?

İşin ilginç yanı, düşük not aldığınız sorular (ya da başlıklar) aslında pek de ölçülebilir şeyler değildir. Ölçülebilir konulardan aldığınız puanlardan pek yakınamazsınız. Diyelim ki yıl içinde belli bir satış kotanız var, dolduramadınız, tabi ki bundan size verilecek performans puanına itiraz edemesiniz. En başta bu kotayı ulaşılabilir olarak kabul etti iseniz, değerlendirme sırasında da bir şey söylemeye hakkınız yok, değerlendirme matematiğe dayanmaktadır. Ama genelde memnun olmadığınız puanlar “ekip çalışmasına katkı”, “liderlik vasfı” vb ot çöp mevzulardan gelir. Yahu kardeşim benim ekip çalışmasına katkımı nasıl on üzerinden altı olarak ölçtünüz? Ekip çalışmasına katkı ne demek bir kere, ekipçe hangi işi yapıyoruz? Benim işim …., onu da yapıyorum zaten, kime katkı neye katkı? Ya da liderlik vasfıma on üzerinden dört vermişsiniz, neden? En son Ahmet Beyin doğumgünü hediyesi için paraları ben toplamam dediğim için mi? Ne liderliği kardeşim, ne konuda lider olmama imkan verdiniz de ben yapmadım? Şimdi arkadaşları “hadi bir sendikaya katılalım veya kendi sendikamızı kuralım” diye ikna edip ayaklandırsam bana liderlik ve kitleleri etkileme becerim yüzünden tam puan verecek misiniz?

Kısacası bu matematiksel ölçümü pek de mümkün olmayan konularda çalışana verilen puanlar hiç adaletli olmaz. Yöneticinize bu puanın sebebini sorma şansınız varsa genellikle cevap olarak sizin pek de alakayı kuramadığınız bir örnekle anlattığı anlamsız veya itiraza sebebiyet vermeyecek kadar karman çorman bir açıklama alırsınız.

Hadi değerlendirme sorularını (konularını) kabul ettik diyelim. Peki onları yöneticinin hangi düşüncelerle puanladığını hiç düşündünüz mü? İyi bir çalışan olduğunuzu farzedelim. Performans değerlendirme eğer ücret zammınıza yansıyorsa, oldukça tehlikeli bir durum vardır. Sizi değerlendiren yöneticinin size vereceği her iyi perfomans puanı, sizin maaşınızın gittikçe onun maaşına bir adım daha yaklaşmasına sebep olacaktır. Eğer yöneticinizi de değerlendiren biri varsa ama o genelde iyi notlar vermiyorsa, sizin maaşınız artacak ama onunki artmayacak. Oldu mu şimdi? Ya da belki onun performansı genel ekip başarınıza mesela ne kadar sattığınıza ya da ne kadar az müşteri şikayeti aldığınıza bağlı. Diyelim siz harika çalışıyorsunuz ama ekipteki diğerleri iyi çalışmıyorlar ve sonuçta toplama bakınca sizin ekip pek başarılı değil. Dolayısı ile yöneticiniz iyi puan alamayacak, bu durumda siz bireysel olarak iyi bir performans sergileseniz bile size iyi puan verir mi? Kendi maaşı artmazken ya da kendisi başarılı bulunmazken sizin fazla maaş almanıza ya da başarılı görülmenize izin verir mi? Böyle objektif bir yöneticim var diyen beri gelsin tanışmak ve derhal yöneticisine tebrik mesajı göndermek istiyorum.

Tabi ki bunlar size hak ettiğinizden az puan verildiği durumlar için geçerli. Aldığı puanı hak edenler, düşük not alması gerektiği için alanlar da vardır, hiç de az sayıda olmadıklarına da eminim. Ama o durumda bile performans değerlendirmenin bazı saçmalıkları yine de mevcuttur. Diyelim ki yüzlük bir personel değilsiniz, eksikleriniz var bu sebeple de size düşük not verilen konular var. Şimdi ideal olan bir yöneticinin tüm personelini tam kapasite çalıştırması ve onlardan yüzde yüzlük bir performans almasıdır, değil mi? En azından bu ideale ulaşmak için çaba gösterilir. Bu durumda bir çalışan olarak eksik olduğunuz noktalar varsa ve bunların geliştirilmesi, iyileştirilmesi gerekiyorsa, yöneticinizin bunları ilk farkettiği anda sizinle konuşması gerekir. Amaç en kısa sürede daha fazla performans almaksa ben böyle yapılması gerektiğine inanıyorum. Yok amaç çalışanı performans dönemi düşük not verip sobelemekse o başka. Şimdi performans değerlendirme formunuzdaki soruları bir düşünün, bunlardan kaç tanesi veya hangisi için yöneticiniz sizi çağırıp şöyle bir konuşma yaptı? “Nihal hanım, biliyorsunuz biz bu firmada insanların liderlik vasfına sahip olmasına çok önem veriyoruz, hatta performans değerlendirme formunuzda bile bu kriter vardır (bunu söylerek küçük bir gaz da verilmiş olunur). Bizim liderlik vasfına sahip olmaktan anladığımız şey falanca filanca davranışlardır. Sizin bu konuda eksik olduğunuzu düşünüyorum. Bu kanaate falanca olayda filanca şekilde davranmanızdan vardım. Şimdi bunu iyileştirmek için size şunu şunu yapmanızı, falanca şekilde davranmanızı öneriyorum.” Hiçbirinizle böyle bir konuşma yapılmadı mı? Cevaplarınızın çoğu “hayırdır”. Niye? Olması gereken bu değil mi? Eksik olduğumu söylemek için niye performans değerlendirme formunun gelmesini bekliyorsun, eğer amaç kısa sürede iyileştirmek, beni geliştirmekse? Eğer bu kriter firma için önemli ise, performans dönemine kadar, benim bundan habersiz gösterdiğim eksik performans firma için bir kayıp değil mi? Mantıksal çıkarımıma itiraz eden varsa valla dinlemeye hazırım. Ama olacağını sanmam. Bu durumda ne oluyor, yönetici gerçekten eksik olduğunuz konularda da size eksik puan verirken bile aslında iyi bir yönetici gibi davranmış olmuyor. Daha da ötesi, çoğu yönetici perfomans değerledirme sonrasında bile adam gibi çalışanlarına o puanları niye verdiğini, nasıl daha yüksek puanlar alabileceklerini açıklama zahmetine girmez. Bizler de her performans değerlendirme döneminde aldığımız puandan asla memnun olmayarak aramızda şikayetlenir dururuz. Neymiş efendim? Performans değerlendirme hangi kurumda nasıl yapılırsa yapılsın, mantık, objektiflik ve amaca hizmet açısından başarısız bir girişimdir ve kanaatimce gereksizdir. Onca soru, form hazırlanması, insanların onları doldurması, sonra açıklanması, sonra karşılıklı görüşme yapılması ya da personelin kendi arasında hayıflanması ile harcanan zamana yazık. Çalışanda memnun olmadığınız şeyler mi var, bunlar firmanın çıkarı açısından gerçekten hayati mi? Çağırın personeli, bunu bunu iyi yapamıyorsun sana bir ay mühlet bir ay sonra da memnun değilsem seni işten atarım deyin. İnsan kaynakları departmanına da öyle lüzumsuz işler çıkartmayın efendim.

Maaş konusu

Kitabımdan bir bölüm daha.

BÖLÜM 7-------MÜHİM MEVZUU: MAAŞ KONUSU
Çalışma hayatının başında bir sürü iş görüşmesine gidersiniz. Bu görüşmelere giderken, eş dosttan akıl alır, insan kaynakları hakkında salık veren sitelerden, gazetelerden işe kabul edilmenin inceliklerini araştırırsınız. Size verilen akıllar içinde bir tanesi vardır ki, pek hassas bir konudur. İş görüşmesinde ilk görüşme değilse, maaş konusuna girmeyeceksin. Kaç para maaş verdiklerini sormayacaksın. Onlar sorarsa da ilk görüşme de geçiştirmeye çalışacak, paranın senin için ikinci planda olduğuna karşındaki görüşmeciyi inandıracaksın. Tabi bu konuda öğütlenmiş pek çok genç arkadaşımız, gittikleri iş görüşmelerinde “lütfen şunu doldurun” diye burunlarına uzatılan formlarda son zamanlarda pek popüler olan “ücret beklentiniz” sorusunu görünce “ne yapacağım şimdi” paniği yaşıyorlar. İstedikleri ücreti yazsalar kötü mü olur, düşük birşey yazarsa ve sonra onu o paraya çalıştırırlarsa? Boş bıraksa, paraya hiç önem vermediği düşünülür mü? Yoksa yazmak mecburi mi? Ne yazmalı acaba diye kafayı yerler. Tabi pek bilmiş insan kaynakları uzmanlarının bu soruna da önerdikleri çözümler vardır. Efendim “çoğu şirketin zaten bir ücretlendirme politikası varmış, oraya ne yazarsanız yazın, başvurduğunuz pozisyon için önceden belirlenmiş bir maaşı teklif ederler” diye buyururlar, görüşmeye gidecek zavallılara da formda kesin bir ücret yerine bir ücret aralığı yazmalarını, bu aralık hakkında bir fikir sahibi olmak için benzer pozisyonda çalışan tanıdıklarına sormalarını, internetten araştırma yapmalarını salık verirler. Bence külliyen boş bir uğraştır. Sevgili ülkemde aynı ünvan altında farklı firmalarda çalışan pek çok kişi birbirinden dağlar kadar farklı maaşlar almaktadır. Hem insan, başvurduğu pozisyona benzer bir işte çalışan bir tandığı nereden bulsun. İnternette maaşlarını yazan kimse var mı? Ayrıca her ne kadar firmaların ücret politikaları olsa da pazarlık şansı her daim vardır.
Ama tüm bunlar bir tarafa ben bu maaşın konuşulmaması tabusuna karşı çıkıyorum. İş hayatındaki en büyük sahtekarlıklardan birisi budur bence. Hem görüşmeyi yapan firma yetkilisi hem de iş görüşmesine giden kişi maaşın konuşulmaması konusunda, bende tiksinti yaratan iki kişilik bir oyun sahnelerler. Görüşmecinin elinde bir verilebilecek maksimum maaş bilgisi vardır genelde. Eğer başvurduğunuz iş için uygunsanız, o görüşme boyunca sizin giyiminizden haliniz tavrınızdan, biraz da özgeçmişinizdeki bilgilere dayanarak verecekleri paraya çalışır mısınız diye sizi inceler. Sizse bulunduğunuz ofisten, görüşmeden önce beklediğiniz salondan, etrafta gezinen insanların giyim kuşamlarından size kaç para teklif edebileceklerini tahmin etmeye çalışırsınız. Yetkili özgeçmişiniz yetmezmiş gibi size doldurttukları formunuza akciğer röntgeninize bakan doktor edası ile bakar. Ücret beklentinizin yazılı olduğu sayfaya baktığında siz onun yüzünde bakarak anlamaya çalışırsınız; “acaba çok mu yazdım, yoksa az mı, yoksa bu pozisyon için saçma kalacak bir ücret mi yazdım?” Tam o sırada karşınızdaki soruyu patlatabilir: “ücret beklentisi için …. İle … arası yazmışsınız, beklentiniz bu iki rakamın hangisine daha yakın?” “Ehem öhöm, şey ben” diye ne söyleseniz şaşırırsınız. Size ücret aralığı yazmanızı salık veren o web sitesi yazarına küfür dolu bir e-mail atmaya karar verirsiniz.

Ne gerek var bunlara kardeşim? Niye çalışıyorsunuz? Para kazanmak için, hayatınızı idame ettirmek için. Bedavaya çalışan var mı aranızda? Madem esas amaç para kazanmak, bu birinci öncelik, niye önce bunu soramıyoruz, niye önce bunu konuşamıyoruz? Var mı öyle yağma, siz ilk görüşmede benim canıma okuyun, her birşeyimi sorun, hatta önümüzdeki birkaç yıl içinde evlenecek miyim, evlenirsem çocuk yapmayı planlayıp planlamadığım gibi özel şeyleri bile sorun. Yok efendim çeşitli senaryolu sorularla benim zekamı, sabrımı ölçün. Ben size, “peki siz bana kaç para vereceksiniz” diye sormak için bir ikinci görüşmeye kadar kıvranayım, hatta belki üçüncü görüşmeye kadar. Var mı öyle yağma? En sonunda kabul edilmezsem bu işkencelere kaç para için katlandığımı bile öğrenemeyeyim. Ya da siz beni kabul edeceksiniz belki ama ben o paraya çalışmayacağım. Niye zaman kaybedelim kardeşim? Baştan paşa paşa otursak, siz kaç para verdiğinizi söyleseniz ben kaç para istediğimi söylesem, gerekiyorsa pazarlık etsek, anlaşırsak görüşmeye devam etsek olmuyor mu? Uğruna çalışacağınız maaşınızı sormanız niye tabu, niye uygunsuz? Niye firma yetkilisi canı ne zaman isterse söyleyebilir de siz soramazsınız? Üstelik daha işe alınmadınız, yani şartlarınız eşit, siz henüz oranın bir kölesi pardon “çalışanı” değilsiniz. Üzerinizde, daha işe girmeden neleri sorup neleri soramayacağınız hakkında baskı mı kuruyorlar?

İşte ben bunu anlamıyorum. Bir iş görüşmesinde en çok merak ettiğiniz konu budur bence. Ayrıca işe girip girmemenizi etkileyecek en önemli unsur da budur. Tabi işin kariyer fırsatları, size katacağı tecrübe falan da önemlidir ama maaş hayatınızı idame ettirebileceğinizin altında ise bunların da önemi yoktur. Ya da aslında sevmediği veya kendine uygun bulmadığı bir işi, sırf maaşı iyi diye yapanınız yok mu? Neymiş efendim, maaş en önemli soru imiş. Bunu kabul etmeyen beri gelsin. Ama iş hayatı aslında bir tiyatro olduğu için bu konuda da sadece sahtekarca oynamanız beklenir. Düşündüğünüzü söyler, merak ettiğinizi sorar ve dürüst olursanız hep kaybedersiniz. Nokta.

İş hayatında maaş konusu ile ilgili sıkıntınız tabi ki ilk görüşme ile sınırlı değildir. Yöneticiniz veya patronunuz, iş hayatının her safhasında sizi odasına çağırıp, çeşitli konularda sorgulayabilir, bir sürü iş buyurabilir, her konuda konuşabilir. Ama siz maaşınıza zam istemek, maaşınızla ilgili herhangi birşey konuşmak için onların yanına gitmeye cesaret edemezsiniz. Bu konuda korkutulmuş, pıstırılmışsınızdır. Konuşmaya kalksanız bile çoğu zaman söylemek istediklerinizi tam söyleyemez, konuşmanın gidişatını yöneticinizin ya da patronunuzun eline bırakırsınız. Bu tip cesaretli girişimlerden başarı ile çıkmış çok az insan olur. Neden? Her işinizi sorgulayan, binlerce kez olmamış deyip yap boz oynatan kişiye, aynı pozisyonda aynı süredir çalışan falancaya neden sizden daha fazla maaş verildiğini soramazsınız? Neden? Ya da sorsanız bile, sonradan ne olduğunu hatırlamadığınız bir takım laf kalabalığı ile odadan sepetlenirsiniz. Neden? Çünkü iş hayatı böyledir. Para kazanmak için binbir türlü işkenceye katlanır ama bunu yaptığınız süre boyunca paradan bahsetmeyerek veya önemli değilmiş gibi davranarak rol yapmanız beklenir.

Pazartesi sendromu

İşte kitaptan yeni bir bölüm.

BÖLÜM 6--------HAFTASONU MUTLULUĞU VE PAZARTESİ SENDROMU
İş hayatındaki herkes Pazartesi Sendrom’undan haberdardır herhalde. Bu sendrom, çalışanların, pazartesi günleri yeni bir haftanın başlamasından kaynaklı, mutsuzluk halidir. Haftasonundan çıkan ve yeni bir çalışma haftasına başlayan kişiler, ilk iş gününde mutsuz ve bezgin hatta bazen saldırgan olurlar. Tekrar çalışmaya dönmek tüm morallerini alt üst eder ve pazartesi günlerini kötü geçirirler. Bir safha ilerisi Pazartesi sendromunun pazar gününden başlaması ve ertesi güne lanet edilerek pazar gününün de zehir edilmesidir. Bu ilk iş gününün atlatılması ile Salı gününden itibaren çalışanlar normale döner, durumlarını kabullenir ve Cuma’ya kadar o gazla çalışırlar. Ancak pazar günü akşamı ya da öğleden sonrasında sendrom yeniden baş gösterir ve bu bir kısır döngü olarak devam eder gider. Her hafta, her hafta Pazartesi Sendrom’u tek başına yaşansa çoğu kişinin toplu intaharlara gideceğinden eminim. Ama tabiattaki her zehirin panzehiri olması gibi, insanoğlu da bu mutsuzluk haline bir çözüm olarak haftasonu mutluluğunu geliştirmiştir ki ben bunu “Cuma günü mutluluğu” olarak adlandırıyorum. Tıpkı Pazartesi Sendromu gibi hepiniz Cuma günü mutluluğu ile ne kastettiğimi zaten biliyorsunuz. Cuma günleri çalışanlar önlerindeki uzun (!) haftasonu tatilinin verdiği sevinç ile bir mutluluk hali yaşarlar. İş yerinde arkadaşlar arası “haftasonu ne yapacaksın?” muhabbetleri döner, özel telefon görüşmeleri o gün artar (dışarıdan arkadaşlarla, sevgili ile plan yapmak üzere). O gün yöneticinizin kaprisleri daha katlanılır olur, hatta bazen o da daha az kaprisli veya daha az sinirli olur. Ofis içi şakalaşma, birbirine komik e-mailler gönderme daha fazladır. Ciddiyet biraz gevşer, “amaan pazartesi başlarım” diye bazı işler rafa kaldırılır falan fıstık. Yani Pazartesi günün verdiği mutsuzluğun panzehiri Cuma mutluluğudur.

Ancak benim gibi “çıkıntı” insanların Cuma mutluluğu da Pazartesi Sendromu da biraz farklı oluyor tabi. İş hayatının ilk yıllarında ben de herkes gibi Cuma mutlu, Pazartesi mutsuz iken, ilerleyen zamanlar da Pazartesi Sendromum önce Cumartesi gününe sonra Cuma gününe kaymaya başladı. Önceleri Cumartesi gecesi veya Pazar sabahı “öf Allahım yarın Pazartesi” diye hayıflanırken bir baktım artık Cuma günleri “ne seviniyorum ki nasılsa iki gün sonra yine Pazartesi” demeye kaymış. Bu da Pazartesi Sendromunun en ileri safhalarından biridir ki bu safhada iki koca günlük haftasonu tatili bile insanı mutlu edemez.

Tabi bir de haftasonunun nasıl geçtiği, nasıl değerlendirildiği mevzusu var. Bence çoğu kişide Pazartesi Sendrom’unun dozu, haftasonlarını nasıl geçirdiği ile ilgili. Yani eğer haftasonunu dolu dolu, dinlenme ve eğlence ile geçirdiyseniz, kafanızı ve bedeninizi deşarj etti iseniz Pazartesi diğer insanlardan biraz daha iyi durumda olabilirsiniz. Söz gelimi bir haftasonu kaçamağı ile iki günlük bir tatil yaptıysanız (tabi uzun otobüs yolculukları, saatlerce seyahatten bahsetmiyorum, şöyle bir iki saatlik bir yolla yakınlarda bir yere gitti iseniz) veya haftasonunda şehirde güzel bir program yaptı iseniz, bu yaşadıklarınızın verdiği keyif Pazartesi günü biraz da olsa devam edebilir, size o günü atlatacak kadar mutluluk depolatmışsa zaten yeter. Ancak benim tecrübelerim ve diğer çalışan arkadaşlarımdan gözlemlediğim üzere haftasonları da pek insanı deşarj edecek şekilde geçmemektedir. Bunu sadece İstanbul’da çalışanlar için söylüyorum, çünkü başka şehirlerdeki insanların hallerini pek bilmiyorum. Bir de konuyu özellikle çalışan bayanlar açısından ele almak istiyorum. Şimdi Cuma akşamı işten çıktınız, genellikle tüm haftanın yorgunluğu ve “nasılsa iki günüm var” tembelliği ile o akşam birşey yapmaya pek haliniz olmaz. En fazla bir markete uğrayabilir, sonra kendinizi eve atarsınız. Diyelim ki evli ve çocuklu değilsiniz, yalnız yaşıyorsunuz, haftada bir gün gelen bir yardımcınız var ve hafta içinde eviniz de temizlenmiş. Farkında iseniz iyi, hatta iyinin üstü bir çerçeve çiziyorum. Bu durumdaki bir çalışan bayanın bile haftasonunda yığınla işi vardır. Bir kere anne baba, teyze, kuzen gibi akrabalardan en az biri ile ya onun mekanında ya da kendi evinizde görüşmeniz gerekmektedir. Bu olsa da olmasa da en az iki arkadaşınızla görüşmeniz gerekmektedir. Evinize market alışverişi yapmanız, kuaföre gitmeniz, giyim kuşam alışverişine çıkmanız, çamaşırlarınızı makineye atmanız, evinizin günlük dağınıklığını toplamanız, banka işlerinizi haftasonu şartları ile (haftasonu açık şubelerden, internet veya telefondan) yapmanız gerekmektedir. Bir sinemaya ya da dışada bir etkinliğe gitmek, bir gece dışarda eğlenmeye çıkmak tabi sizin de hakkınız. Bunların ne kadarını haftasonuna sığdırabiliyorsunuz peki? Bir de temizliği sizin yaptığınızı, bir eşiniz ve çocuğunuz olduğunu, ziyaret edilecekler listesine bir de eşinizin ailesinin eklendiğini, görülecek arkadaşlar listesinde de eşinizin görüşmek istediği kişilerin de olduğunu düşünün. Market alışverişiniz, evde yaptığınız temizlik, ütü yapma, çamaşır asma işlerinizin süresi artacak bir de size ait olmayan ve aile bireyleri ile birlikte tüketilmesi gereken ortak zamanlar gerekecektir. Çocuğunuzu haftasonu kursa götürmek, eğlensin diye onunla bir aktivite yapmak derken bir haftasonu tatili nasıl geçti anlamazsınız. Bir sinemaya, tiyatroya gidemeden, kesintisiz birkaç saat televizyon keyfi çıkaramadan, bir arkadaşınızı göremeden haftasonu bitiverir. Pazar gününden bir haftalık yemeğini yapanlar, çocuklarının ödevlerini kontrol edip, eşinin gömleklerini ütüleyenler, haftasonu dışarda eğlence yerine kayınvalidesini ziyarete gidenler ne Cumartesi den ne de Pazar’dan pek birşey anlamazlar. Bu ülkede çalışan kadınların pek çoğu da bu durumda. Aldıkları maaş ile haftada bir temizlikçi çağıramayacak durumda olan ve tüm haftasonunu ev işleri ile geçirenler bile var. Özellikle çalışan bayanlara tavsiyem şunlar olacak. Evli değilseniz ve ailenizle yaşıyorsanız, sorumsuzluğun ve haftasonu keyfinin tadını çıkarın çünkü evlenince bu günleri çook ararsınız. Evli değilseniz ve tek başına yaşıyorsanız evinizi fazla kafaya takmayın, en az eşya ve minimum ev işi ile idare edin, haftasonunu dışarda arkadaşlarınızla yaşayın, evlenince bunu çoook arayacaksınız. Evli iseniz hafta içinde sizin evde olmadığınız saatlerde evin temizlik, ütü vb işlerini yapacak birini mutlaka edinin ve paranızın elverdiği ölçüde sık gelmesini sağlayın. Paranız buna elvermiyor ise annenizi veya kayınvalidenizi size yardım etmesi için ikna edin, mümkünse bazı işlerinizi sizin yerinize yapmalarını sağlayın. Mesela anneniz haftada bir gün gelip size birkaç çeşit yemek yapıp dondurucuya koysun vs. Yok bu da mümkün değilse evdeki mesainizi minimuma indirecek önlemler alın mesela kendinize ve eşinize ütü istemeyen kıyafetler alın. Ayda yalnız bir ya da iki kere işkence çekmek için, çeşit çeşit sebzeyi yemek olmaya hazır veya olmuş şekilde yapıp buzluğa atın, eşinize günde bir bardak ve bir tabaktan fazla şey kirletmemesi talimatını verin vb. Bir de görüşmekten pek de haz almadığınız kişilerle (mesela sevmediğiniz akrabalar) sırf gerektiği için görüşmekten vazgeçin yoksa bunlara yaptığınız ziyaretler ve onları ağırlamak da sizin için bir nevi çalışma olabilir.

Ama tabi tüm bu söylediklerim bir ölçüde mümkün çözümlerdir. Pek çoğumuz, kötü ve yorucu haftasonları geçirip, pazartesi sendromu ile yeni haftaya başlamaktayız. Sonunda da çalışmak, hiçbirşeye yetişemediğiniz, hep birşeyleri eksik bıraktığınız veya ertelediğiniz ve hep gelecek haftasonuna kadar zor dayandığınız gerçek bir işkenceye dönüşmekte. Bu yüzden bence Pazartesi Sendromu falan kafaya takmayın, illa mutsuz olacaksanız bunun kabahatlisini zavallı Pazartesi olarak seçmeyin. Kısaca çalışıyorum; mutsuzum deyin.

Çalışma Saatleri

İlk bölümünü yayınladığım kitabımın diğer bölümlerini de yayınlamaya devam ediyorum. Ancak kitaptaki sıralama ile değil. Zaten her başlık ayrı bir konu bu yüzden münferit olarak da okunabilir. İyi okumalar.

BÖLÜM 5-------ÇALIŞMA SAATLERİ
İş hayatına yeni başlayan insanların en temel sıkıntısı çalışma saatleridir sanırım. Erken kalkmaya alışmak, yaşamını iş saatlerine göre düzenlemek, zamanı en verimli kullanmanın binbir “hin” yolunu bulmak ilk uğraşlarınız olacaktır. Ama bende mi bir anormallik var bilmem, onca çalışma yılından sonra hala çalışma saatleri hakkında yakınabiliyorum ve anlamadığım şeyler var. Ya isyankar ruhumu yeterince bastırmayı başaramadılar ve ben toplumsal bir “çıkıntıyım” ya da herkes benim gibi ama onların dillendirecek cesaretleri yok. Mesai, çalışma saati falan gibi kavramları türetip uygulamaya geçiren toplumun baştaki amaçlarını anlıyorum. İş hayatını doğuran ekonomik yaşam, alışverişin kişiler, ve toplum ilerledikçe de kurumlar arasında sorunsuz yürüyebilmesi için herkesin aynı saatlerde çalışmasını gerektirmiştir. İnsanların avlanıp, meyve toplayıp bunları takas ettikleri günlerde, birinin elinde her an çürümeye başlayacak bir geyik ile elma toplayan adamı saatlerce beklemesi ama elmacının o saatte fiesta yapıyor olması sebebiyle, bir karar alınmış ve takas şu saatler arasında olacak denmiş galiba. Ondan sonra da her türlü alışveriş ve ekonomik düzenlemeler, belli saatler arasında çalışılacağı düşünülerek yapılmış. Günümüzde de her firmanın işini ve genel ekonomiyi bir alışveriş hadisesi olarak özetlersek ve alışveriş için tarafların aynı zaman aralığında tüm teçhizatı ve personeli ile hazır olması gerektiği düşünülürse mesai saati kavramının nereden çıktığını anlamak kolay. Bakınız ne kadar güzel sosyolojik açıklamalar yapıyorum. Daha iyi açıklayacak olan varsa beri gelsin, aldığım sosyolojiye giriş dersleri ile ben ancak bu kadar mantık yürütüyorum.

Neyse çıkış noktasını anladık ama insanoğlu medeniyeti ve teknolojisi ilerledikçe pek çok kavramını ve uygulamasını değiştiriyor, geliştiriyor. Bunların önce “daha batılı” medeniyetlerde vuku bulması ve bize çoook sonra gelmesi de her zaman ki normal durum. Ama bende, hem batıda bu konudaki gelişmelerin biraz yavaş olduğu hem de bize gelmelerinin normalden daha yavaş olduğu izlenimi var. Yani home office uygulamaları, farklı çalışma saatleri Amerika’da bile daha çok yeni, biz de ise hak getire! Tüm insanlığın bu konuda biraz daha çok çalışmasını ve yeni uygulamalar getirmesini rica ediyorum.

Efendim mesajımı da verdikten sonra çalışma saatleri ile ilgili pratikte yani günlük hayatta nelere sinir olduğumu aktarmak istiyorum. Her iş yerinin çalışma saatleri farklıdır ama aşağı yukarı herkes sabah sekiz ile dokuz arasında bir zamanda işe başlamaktadır. İşten çıkış saatinde ise çoğu firmanın kendi içinde bile tutarlılığı yoktur.

İş kanununda günlük ve haftalık toplam çalışma saatleri belirtilir ve bunu aşan her durumda fazla mesai uygulaması yapılması söylenir. Bu bir öneri değil bir zorunluluktur ama çoğu firma bunu bir öneri gibi algılar ve dikkate almaz. Mavi yakalı personel için pek sorun olmaz çünkü yüzde doksan mavi yakalı personel yani üretimde çalışan işçiler fazla mesaisini alır. Ama idari personeline, ofis çalışanlarına fazla mesai veren pek firma bulamazsınız, hatta çoook kurumsal yerler bile vermez. Neden acaba? Ofis personeli daha mı kıymetsizdir? Ya da buna itiraz edebilecek gücü, sendikası, grev şansı mı yoktur? Sebebini değil ama sonucunu hepimiz biliyoruz.

İlk işinizi arıyorsanız veya iş değiştirecekseniz, iş ilanlarındaki “esnek çalışma saatlerine uyum gösterecek” ibaresini gördüğünüz ilanlara başvurmaktan kaçının. Gerçi bu, iş ilanlarının “ekip çalışmasına yatkın”dan sonraki en favori kriteri haline gelmiştir ve çoğu yerde karşınıza çıkabilir ama bunu söylemeyen firmalardaki çalışma saatleri uygulamaları bile bu denli beterse, bunu ayan beyan ifade eden firma size “sabah söylediğim saatte işe geleceksin ama çıkış saatin hakkında plan yapmayacaksın, bir de kaçta çıkarsan çık, bu, ertesi sabah işe geliş saatini etkilemeyecek, ona göre!” demektedir. Sizde de bu cümle bir irkilme yarattı ise dediğimi yapın ve o ilandan uzak durun.

Neyse tekrar başa döneyim, bir sıra ile anlatayım istiyorum. Bir kere sabah sekiz de işe başlayan yerlere özellikle de işi, ofiste beyaz yakalı personel tarafından icra edilen firmalara şunu sormak istiyorum; “sabah sekizde müşteri arayan, müşteriye giden veya mühendis ise proje çizmeye başlayan personeliniz var mı?” Olduğunu sanıyorsanız gerçekten iyi rol kesiyorlar demektir ki hemen ödüllendirin. Benim kendi gözlemlerim ve etraftan duyduklarıma göre insanların sabah dokuz buçuk, ondan önce afyonu patlamıyor. Bu sebeple afyonları patlayana kadar ofiste olsalar da çalışmıyorlar. Ya da zaten çalışmalarına imkan yok. Misal adam satışçı ama o saatte kimseyi arayıp randevu alamaz, çıkıp o saatte kimseye gidemez, satınalmacı için de keza aynı durum var. Sabahın köründe başlanıp yapılabilecek işi olanların da ofise gelir gelmez çalışmak içinden gelmiyor zaten. Hali ile çalışma keyfi ya da imkanı hasıl oluncaya kadar ki sürede insanlar, zamanlarını, imkanların el verdiği ölçüde ofiste kahvaltı yaparak, arkadaşları ile akşam veya haftasonu ne yaptıklarını konuşarak, e-maillerine gelen geyik muhabbetlerini ya da fıkraları okuyarak, internetten gazetelere bakarak, çay kahve içerek geçiriyorlar. “Belli sürelerde zaten bunu yapacaklar, o yüzden ofise mümkün olan en erken zamanda getirtip, biran önce bunları geçip işe başladıklarında da yine erken bir saat olmasını sağlamaya çalışıyoruz” diyebilirsiniz ama ben yine de, bırakın evde kahvaltı edelim, gazeteyi evde okuyalım, ev ahalisinden bir iki kişi ile iki laf edip sosyalleşelim de ofise makul bir saatte gelip direkt işe başlayalım derim. Deneyin daha iyi sonuçlar alırsanız teşekkür edeceksiniz.

Sabah dokuz civarı işe başlayan iş yerleri daha iyi görünmekle birlikte onların da çoğu, yerleşim birimlerine uzak, çok sayıda personeli olan, dolayısı ile toplanıp işe başlaması biraz vakit alacağı için mesaiyi dokuzda başlatan firmalardır. Yani sekizde de başlatsanız dokuzda da başlatsanız, iş yerine varma süresi yüzünden ortalama bir çalışanın günü, sabaha altı ile yedi arasında başlamaktadır. Tabi İstanbul’un bir ucunda oturup öbür ucunda çalışan bazı zavallıların sabah beş buçukta kalktığı haberleri de geliyor ama onlara denecek birşey yok, beter olun diyorum ve istisna oldukları için dikkate almıyorum. Neyse altı ile yedi arasında kalkan bir kişinin yaz ayları hariç genelde mevsimlerden kış ise kör karanlıkta, bahar ayları ise alacakaranlıkta kalktığı sonucu çıkar. Yani daha güneşi bile göremeden günümüz başlar. Çoğu insan için bu başlı başına bir mutsuzluk sebebi olur. Çünkü insanoğlunun biyolojik saati aslında güneşte çalışmaya, karanlıkta da dinlenmeye programlıdır (bakınız biyoloji de parçalıyorum). Bu sebeple servise binince uyumaya başlayan, hatta özel aracı ile işe giderken direksiyonda uyuyan pek çok kişi mevcuttur. Serviste tekrar uyuyamayacak kadar ayılmış olanların suratsız, direksiyon başında uyumayanların da agresif ve trafik canavarı olduklarını hepimiz gözlemliyoruz. Yani mecburiyet sizi işe götürmektedir ama bedeniniz ve ruhunuz buna karşı koymaktadır. Durum işe vardıktan sonra da bir süre değişmez, bu süre sizi uyandırıp normale döndürecek teçhizatın veya olayların ne olduğu ve ne kadar sürede temin edildiği ya da gerçekleştiğine bağlıdır, bir fincan kahve veya çay ile halloluyorsa ne ala. Ama başka şeyler gerekiyorsa durumunuz vahim. Velhasılı mesai saatinin başlangıcı mutsuzluk için başlıbaşına bir sebeptir.

İlk başlarda yalnızca erken bulduğunuz için yakındığınız işe başlama saati, bir süre sonra işten çıkış saatinizle de ilgili olmaya başlar. Türkiye’de çalışanların çoğunluğu ortalamada evine akşam saat sekiz civarında varmakta (burada da istatistiki bilgi sunuyorum, gözden kaçmasın). Erkekseniz işiniz biraz daha kolay, o saatte sofraya oturmak, gazetelere bakmak, televizyon seyretmek için hala biraz vaktiniz var. Ama bayansanız durum pek iç açıcı değil. Ekonomik durumunuz çok harika değilse eve geldiğinizde yemek yapmak ya da en azından yemekleri ısıtmak, ilave yapmak, salata yapmak, sofra hazırlamak, sonra sofra toplamak, bulaşıkları makineye dizmek, ertesi günün yemeğini pişirmek veya planlamak, eşinizin veya sevgilinizin dağınıklığını toplamak, haftasonunu bekleyemeyecek kirlileri makineye atmak, asmak veya ütülemek, çocuğunuz varsa onunla ilgilenmek, ödevlerini yaptırmak (hatta yapmak), ertesi gün giyeceklerinizi hazırlamak, makyajınızı temizlemek, çocuğunuzu yatırmak vb işlerle dolu bir programınız var. Yani eve gelince sizin ikinci mesainiz başlıyor. Evde sürekli, temizlikçisi ve yardımcısı bulunan şanslı zümrenin bile en azından organizasyon ve buyurarak yaptırmak üzerine bir sorumluluğu var. Eve gelip kendini koltuğa atan, sofra hazır olunca oturup, bir tabak bile kaldırmadan televizyon başına dönebilen kadın en iyi durumdakilerde bile pek yok. Yani eve gelince gece yatma saatine kadar yapmanız gereken çok iş var. Bu işler uzadıkça, değişiklik veya olağanüstü durumlar oldukça, ki evlenip, eş ve çocuk sahibi oldukça iş listesi uzayacaktır, sizin yatış saatiniz de otomatikman daha geç saatlere kayacaktır. Çoğu kadın yatmadan önce kitap okumanın, evde biraz müzik dinleyip rahatlamanın keyfine varamadan bir hengame ile evdeki saatlerini tüketip, bitap vaziyette yatağa düşmektedir. Yine de ertesi sabah aynı saatte kalkıp işe giden kadınları neden kimse takdir etmiyor anlamıyorum. Hele sabah işe gitmeden çocuğuna kahvaltı yaptıran, giydiren ve okula gönderen anneleri ağzım açık hayret ve takdir ile karşılıyorum. Ama ne eşleri ne de işverenleri buna sempati ile bakıp bir kolaylık sağlamıyorlar. Sonuçta işten çıkıp eve varması ile uyuyup yeni bir güne başlayabilmesi arasında oldukça kısa süre olan bir çalışanın, sabahın erken saatlerinde başlayan mesaiye mutlu ve verimli şekilde gitmesi pek mümkün görünmüyor.

Hadi kadınların anne ve eş olmaktan kaynaklı hallerini bir kenara bırakalım, bekar ve özgür kadınlar ve aynı durumdaki beylerden oluşan bir zümre için duruma bakalım. Geç saatlere kadar süren bir toplantıdan, fazla mesaiden sonra bu insanların da yemek yemesi, televizyon seyretmesi, bir iki tane ofis dışından insanla sohbet edebilmesi, biraz kitap okuyabilmesi lazım değil mi, bunları yapmadan nasıl deşarj olacak, nasıl yeni güne başlayacak? Dokuzda işten çıkıp dokuz buçuk on gibi eve gelen hadi daha iyi ihtimal sekizde eve gelen kişinin bile en fazla dört saati vardır. İşe geç kalmamak ve iş yerinde uyumamak için en geç saat onikide yatılması gerektiğini tecrübe ile öğrenmiş bulunuyorum. Sekiz ila on iki arasındaki dört saatte de, bekar iken de evli iken de asla işlerimi ve yapmak istediklerimi yetiştiremedim. Çoğu zaman geç yatarak uykumdan fedakarlık ettim, yorgunluktan erken yattığım zamanlarda da kendimi sadece çalışmaya programlı bir köle gibi hissettim.

Akşamları bir kursa gitmek isteseniz kurslar saat yedi de bilemedin yedi buçukta başlar, iş yerinden erken çıkmadan yetişmek çoğu insan için imkansızdır. Bu, her tür kurs için (dil kursu, dans kursu, hobi kursları), mba programları, akşam üniversiteleri için de geçerlidir. Yani hafta içi akşam bir kursa ya da okula giderek kendini geliştirme şansınız oldukça azdır. İş yerinden haftada iki üç gün erken çıkma hakkı koparabilirseniz ne ala. Peki ben nasıl kendimi geliştireceğim, nasıl dinleneceğim, nasıl sosyalleşeceğim? “O senin problemin” der iş yeriniz. Bu bizim problemimizdir arakadaşlar, çalışıp da bundan yakınmayanınız var mı?

Hadi mesainin başlama ve bitiş saatlerini, bunların bizdeki etkilerini geçelim. Bir de genel olarak toplam çalışma saati ile ilgili söylemek istediklerim var. Amerikada yapılan araştırmaları hep takip ederim, nereden takip ediyorsun derseniz “Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre” diye başlayan cümleler ile verilen haber ve yazılardan. Şimdi bunlara göre (adamlar oturup ölçmüşler), bir ofiste gerçekten çalışılan zaman üç ya da dört saati geçmiyor. Yani iş çıkarılan, orada bulunma sebebine atfedilmiş zaman toplam mesainin yarısı hatta daha azı kadar. Eee, madem bu tespit edilmiş bir gerçek niye sekiz dokuz saat ofiste zaman öldürüyoruz, kardeşim? Eminim aynı uzmanlar en verimli çalışma saatlerini de ölçebilirler hatta ölçmüşlerdir bile, o zamanlarda çalışalım sonra salıverin bizi. Farkında olmadan bize haybeye para ödüyorsunuz. Böyle söyleyeyim belki para falan deyince uyanırsınız.

Bir de işi gereği aslında ofiste geçridiği zaman hiç de anlamlı olmayan insanlar var, mesela adam tasarımcıysa ofiste sekiz kişi ile aynı odada bir küçük masa ve poposunu zor sığdırdığı bir sandalyede, milletin konuşması içinde ne tasarlamasını bekliyorsun? Mühim olan adamın tasarımı belli bir sürede çıkarması ise bırak kendi haline, istediği zaman gelsin istediği zaman gitsin, istediği köşede hatta isterse dışarıda çalışsın, sonuçta sana istediğin zamanda istediğin sonucu getirsin. Ya da adam satışçı, bir kotası var, ona şu saatte ofise gel, akşam şu saatten önce ofise gelme, o saate kadar sahada ol diye niye kasıyorsun? Kota vermişsin adama, istediğin kadar satamazsa koyarsın kapının önüne, ha satıyor mu bırak istediği gibi çalışsın. Son çalıştığım firmada satış ekibi sabah herkesle birlikte 8:15’te ofise gelmek, en geç saat dokuzda sahaya çıkmak ve akşam saat beşten önce de dönmemek zorunda idi. Tabi satış ekibi de işin kolayını bulmuştu, o saatte gidecek randevusu, müşterisi yoksa ya da gitmek istemiyorsa dışarda kahvaltısını yapar, ayılır, akşam da işi erken bitti ise gene kendi işleri ile ilgilenir, oyalanır gezer söylenen saatte de ofise dönerdi. Satışını tutturduğu sürece sen ne yapıyorsun dışarıda diyen olmaz, kimse takip etmezdi, yeterki söylenen saatte gel ve git. Madem mühim olan satış o zaman niye karışıyorsun kardeşim bırak kendi planını kendi yapsın. Yok olur mu, sürü zihniyeti ile işe gelinip, sürü zihniyeti ile gidilecek, böylece düzen sağlanmış olacak. Asayiş berkemal hesabı.

Mesela benim işim de aslında pekala ofise arasıra uğranarak evden ya da herhangi bir yerden yapılabilecek bir işti. Gün içinde yurtdışındaki müşteriler ile telefonla konuşuyor, siparişlerini e-mail veya faksla alıyor, problemleri oluyorsa bunu üretime, ar-ge’ye bildiriyor, arasıra yurtdışında fuara veya müşteri ziyaretine gidiyordum. Bu işler bir laptop, bir cep telefonu ve ofise haftada bir iki saat uğrama ile halledilebilir işler. Bir bilgisayar ve bir telefon ile hem müşterilerle hem de fabrika ile temasta olabilir, işleri aynı şekilde yapabilirdim. Zaten ofiste iken de siparişi sözlü geçmiyordum, iki adım ötedeki üretim müdürüne ya e-maille ya da faksı vererek siparişi aktardığıma göre ne değişirdi? Ofiste benim işimden anlayan sık sık sormam, akıl almam gereken kimse yoktu, karar alınması gerektiği aşamada da yöneticimin bana zaman ayırması için zaten randevu almam gerekiyordu. Yani mesai saatleri benim için çok çok gereksizdi. Ama bu konuda kime itiraz edebildim? Hiç kimseye.

Yöneticiler ve işverenler, çalışanların ofiste oturmalarının maliyetini hesaplamayı başarsalar, işleri, yapılma şekilleri, zamanları ve şartlarına göre tekrar değerlendirebilseler, (uzun saatler anlamında değil, gerçek anlamında) esnek çalışma saatlerine, home ofis uygulamalarına kavuşup daha mutlu olabilirdik gibi geliyor bana.