25 Ocak 2011 Salı

"Bölüm bölüm mutsuzluk" üzerine

Bloğuma daha önce yazdığım ama yayınlatamadığım kitabımdan arka arkaya bazı bölümler koydum (bknz önceki kayıtlar). Okur, beğenir ve devamını isterseniz. Şunları da yazmayı planlamıştım:
BÖLÜM 15-------YÖNETİCİNİZ İLE İLİŞKİLER
BÖLÜM 16--------PATRON İLE İLİŞKİLER
BÖLÜM 17--------İŞ YERİNDE MESAİ NASIL TÜKETİLİR?
BÖLÜM 18--------İŞ HAYATINDAKİ SOSYAL ETKİNLİKLER
BÖLÜM 19--------İŞ HAYATI ÖZEL HAYAT DENGESİ
BÖLÜM 20--------İŞ YERİNDE AŞK
BÖLÜM 21--------İŞ YERİNDE MUTSUZ MUSUNUZ TESTİ
BÖLÜM 22--------MUTSUZSANIZ NELER YAPMALISINIZ TESTİ
Ama yayınlatmaktan vazgeçince yazmadım. Mevcut bölümleri okuyup beğenen olursa belki onların gazıyla yazarım diye düşünüyorum. Aslında kitap benim iş hayatı manifestomdu. Kitabın bir kısmını yazdıktan kısa süre sonra işi bıraktım, master ve doktora yaptım, bir ara kendi işimi kurmaya yeltensem de cesaret edemedim. Şimdilerde akademisyen olmaya çalışıyorum, bir yandan da aile işimize dışarıdan destek veriyorum. Ama kitaba yazdıklarım benim mutsuzluğumu farkedip harekete geçmeme sebep oldu. Hem güldürüp, hem düşündürmek istiyordum. Kendim için bunu yaptım ama hala başkaları için de belki işe yarar diye düşünüyorum. Yazdıklarımı burada yayınlama sebebim de bu. Umarım okur ve düşüncelerinizi paylaşırsınız.

Başarı öyküleri gerçekten başarısız!

Kitabıma bu bölümü yazdığım zaman yine iş arayışı içinde idim ve her pazar İK gazetelerine gömülüyordum. Uzun yıllardır pek bakmadığım için hala durum aynı mı bilmem ama o zaman beni gıcık eden başarı öyküleri hala yayınlanıyor ise önce benim yazımı sonra onları okuyun derim.

BAŞARI ÖYKÜLERİ
Son zamanlarda İnsan Kaynakları gazetelerindeki ve web sitelerindeki başarı öykülerini okumaktan size de gına geldi mi bilmem ama ben fena halde bunaldım bunlardan. Şimdi sevmiyorsan okuma kardeşim diyebilirsiniz ama keşke bu kadar basit olsa..
Her pazar gazetelerimi açınca önce pazar gününün keyifli yanını yakalamak için önce magazin haberlerine bakarım ama akşama doğru iş ciddiye biner ve pazartesinin geldiği gerçeği ile yüzleşirim. Tekrar hayatın acıklı yönüne yani kariyerime odaklanırım. Haliyle insan kaynakları eklerine bakmanın zamanı gelmiştir. Hala ciddi bir başarı gösterip mühim bir şirketler grubunda afilli bir yöneticilik kapamamış tüm çalışanlar gibi ben de başarılı insanların kariyer öykülerini gıpta ile okurum. Bu tıpkı mankenlerin güzellik sırlarını okumak gibidir. Kadınlar neden bahsettiğimi hemen anlayacaktır ama beyler için açıklayayım, mankenlerin güzelliğine çok özeniriz ve onların röportajlarda verdikleri ipuçlarını okuyunca bunları uygulayıp onlar kadar güzel bir cilde, saça vs sahip olacağımızı sanırız. Ancak başarısız denemelerden sonra anlarız ki verdikleri ipuçları bizde harikalar yaratmamaktadır, onlar doğuştan şanslıdır, biz taşıma su ile değirmen döndürmeye çalışmaktayızdır. Kötü olan tarafı ise bu başarısız uyarlamalar bizi yeni bir güzellik ipucunu heyecanla okumaktan alıkoymaz, bir türlü akıllanmayız. İşte başarı öykülerini okumakta aynı etkiyi yapmaktadır. Kariyerimde hayal edebildiğim noktaya gelemediğim için hep birşeyleri yanlış veya eksik yaptığımı düşünmüşümdür (yoksa ben keşfedilememiş bir cehverim diyecek kadar mütevazi bir insanım). Dolayısı ile başarılı olanların söyleyeceği şeylerin bana klavuz olmasını beklerim. Zaten bu röpörtajları da bu sebeple yapıyorlar diye düşünüyordum. Ancak anladım ki bunlar sadece bizi daha kötü hissettrimek için yazılıyor. Bu yazıların pek çok yönüne gıcık oluyorum. İşte gıcık olduğum yanları;
1-Başarılı yönetici/firma sahibi vb kişinin özel zevkleri ve seyahatlerine yer vermeleri. Başarılı şahsiyetimizin 70 ülke görmüş olmasından, Afrika’nın en ilginç köşelerinde aslanlarla fotoğraf çektirmiş olmasından bize ne kardeşim. Ha, mesajınız “sizde bunun gibi biri olabilirseniz işte böyle tüm dünyayı gezer sonra da anlatır hava atarsanız” ise sizi çok ayıplıyorum. Yahu insan kaynakları gazetesine en çok iş arayanlar bakar, işinden memnun olupta bu eki şöyle köşe bucak okuyan var mı Allah aşkına? Eee en çok işsizler veya işinden memnun olmayıp birkaç yüz YTL fazla maaş alabileceği bir iş arayan zavallılara bunları göstermenin ne alemi var? Biz ay sonunu getirmenin derdinde iken falanca yöneticinin en çok hangi ülke şarabını sevdiğini anlatmanızın aç birine tatlı tarifi vermekten farkı nedir? Biraz da bu yönden bakın lütfen. Pek sevimli başarılı şahsiyet de aslanlı fotoğraflarını arkadaşlarına göstererek hava atsın.
2-Başarılı şashiyetlerin şirketleri veya kendileri hakkında çok idealize edilmiş şeyler söylemesi ya da tam hissiyatımla söylemek gerekirse palavra sıkmalarına dayanamıyorum. Büyük bir firmanın genel müdürü gazeteye şirketi ve kendi yönetim anlayışı hakkında “bizde hiyerarşi yoktur, tüm kararlarda en alt kademenin bile fikri alınır” türünden şeyler anlatıyorsa bilin ki yalandır. Çoğu büyük firmada arkadaşlarım var, onların iş yerleri hakkında anlattıkları hiç de yöneticilerinin gaztelere verdikleri röpörtajlarla uyuşmuyor. Ama tabi normal karşılamak gerekir. Birine bir mikrofon uzatır veya medyada fotoğrafları ile yayınlayacağınız fikirlerini sorarsanız o da size böyle pembe tablolar çizer. Başarı öyküsünü anlatırken kötü yanlarını veya firmalarındaki sorunları anlatacak halleri yok ya. Ama bazen biraz fazla sallıyorlar gibi geliyor.
3-Başarılarının sırrını ve gençlere verecekleri önerileri birkaç basit şey ile açıklamalarını gerçekçi bulmuyorum. Sabırlı olun, çok çalışın, istikrarlı olun, kendinizi geliştirin falan fıstık. Benim bunları yapan ama bir türlü hayallerindeki işin yakınından bile geçemeyen pek çok tanıdığım var. Bunları geçiniz efendim, bunları duymak için size ihtiyaç yok böyle genel tavsiyeleri bana lise tahsili dahi görmemiş anneannem bile verebiliyor. İlle de birşey anlatacaksanız konumunuza gelmek için, rakiplerinizi elemek için ne gibi stratejiler izlediğinizi, koltuğunuzu korumak için neler yaptığınızı falan anlatın da bir işimize yarasın, değil mi ama?

Son olarak başarı öyküleri ile ilgili şunu söylemek istiyorum. Tabi ki başarılı insanların sıradan çalışanlardan farklı oldukları pek çok yön vardır. Ancak temel faktör şanstır diye düşünüyorum. Kiminle tanıştığınız, ne zaman nerede olduğunuzla çok ilgisi var. Yoksa basit formüllerle iş hallolsaydı insan kaynakları gazetelerine bile gerek olmazdı. Bu yüzden artık başarı öykülerini okumayı protesto ediyorum, aklı başında tüm çalışanları da protestoya davet ediyorum.

Hasta Bina Sendromu

BÖLÜM 19--------HASTA BİNA SENDROMU

İş hayatındaki temel mutsuzluk sebeplerimizden birisi de bence çalıştığımız ortamlar. Çok azımızın Etiler, Levent civarındaki villa ofislerde çalışma ve bahar ya da yaz aylarında kahve molalarında bahçeye çıkma şansının olduğunu biliyoruz. Çoğumuz, yurdumuzun genel mimarisine uygun şekilde, çirkin ve plansız iş merkezlerinde çalışıyoruz. Kendini şanslı sayan bir azınlık da Maslak, 4 Levent ve Kozyatağı civarına kondurulan gökdelenlerde çalışıyorlar ki bence durumu en kötü olanlar da onlar ama henüz farkında değiller. Bu kesim, güvenlikli, fitness center’lı her yeri cam olan ama camları asla açılmayan bu gökdelenlerde kendilerini New York’ta çalışıyor hayal eder ve çalıştıkları binadan sanki bina kendilerininmiş gibi gurur duyarlar. İşte bu kesime bir haberim var. Gerçi haber yeni değil taaa 2000 yılından kalma. Amerika’da o bol gökdelenli binalarda “Hasta Bina Sendromu (Sick Building Syndrome)” diye bir şey keşfedilmiş.

Bu sendrom camları açılmayan, mekanik sistemlerle havalandırılan binalarda, havalandırma sistemine yerleşen bazı bakterilerin tüm bina çalışanlarını hasta etmesi olarak kayda geçmiş. Bina havalandırmasından tüm ofislere yayılan bakteriler çalışanlarda sürekli yorgunluk, göz kızarması vb şikayetlerle tespit edilmiş. Düşünsenize bir gökdelen dolusu çalışan insan havalandırma yüzünden hasta oluyor. Bence traji komik bir hikaye. Ben bu “Hasta Bina Sendromu”nu bakterilerden kaynaklı olmasa da tüm iş yerlerine uygulamak istiyorum. Bence çoğu iş yerinde “Hasta Eden Bina Sendromu” yaşanıyor (tahmin edeceğiniz gibi bu terimi ben uydurdum). Ama bir düşünün, zaten etrafta pek yeşillik göremediğimiz binalarda yaşıyoruz. Sabahın kör karanlıklarında işe giderken oksijen değil sadece egsoz kokluyoruz. Sonra gidip iş yerine kapanıyoruz. Bütün gün dışarıda nasıl bir hava olduğundan habersiz, gün ışığı görmeden, oksijen almadan akşamı ediyoruz. Dışarı çıktığımızda hava kararmak üzere veya kararmış ve yine egsoz dumanları yükselmiş oluyor. Ayaklarımız tatilden tatile bir yeşilliğe değiyor, toprağa dokunmak için evlerdeki saksılarımızı eşelememiz lazım. Vücudumuzdaki elektriği hiç boşaltamıyoruz. Üstelik her gün yer döşemelerinin altından binlerce kablo geçen ofislerde, sürekli bilgisayar ekranlarına bakarak ve telefon ahizelerine kulaklarımızı yapıştırarak vücudumuzdaki elektriği daha da artırıyoruz. Buna bir de iş yerindeki stresi ekleyin ve niye bu kadar acıklı olduğumuzu düşünün. Mevsimlerin farkına varamadan, ağaçların ne zaman çiçek açtığını bile bilmeden yaşıyoruz. Emekli olunca bahçeli bir evin hayalini kuran ya da bir parça toprakta bir şeyler ekip biçmeyi isteyen insanları bu yüzden anlıyorum. Doğayı bizden bu kadar uzaklaştıran, bizi betonların içine gömen, klimalar ve havalandırma sistemleri ile bizi boğan, gündüz bile elektrik ile aydınlatan iş yerlerini protesto ediyorum. Yeni nesil şehir planlamacıların hem evlere hem de iş yerlerine belli bir yeşil alanı zorunlu kılmalarını, daha çok oksijen ve daha çok güneş ışığının içeri girmesine izin veren bina projelerini dayatmalarını istiyorum.

Bunu neden mi abartıyorum? Çünkü çalıştığım zamanlarda sürekli belim ve sırtım ağrıyor, gözlerim kızarıyor ve çok sık başım ağrıyordu. Bir türlü kendimi dinç ve enerjik hissedemiyordum. Gün geçtikte daha sık tatil yapmaya ihtiyaç hissedip, bilgisayar ekranımın fonuna daha çok yeşillik resmi koymaya başlamıştım. Emekli olmama yıllar olmasına rağmen toprak ekip biçme hayalleri kurmaya başlamıştım. Hali ile “Hasta Eden Bina” konusuna duyarlı yaklaşıyorum. Sizlere de tavsiyem iş ararken kriterlerinize bir de iş yerinizin fiziksel koşullarının iyi olmasını da ekleyin. Bu işsizlikte bir lüks gibi algılayabilirsiniz ama günün büyük bölümünü geçirdiğiniz fiziksel çevrenin, sağlığınız, ruhsal dengeniz ve moodunuz üzerinde büyük etkisi olduğunu hatırlatır ve tekrar düşünün derim.

İş arkadaşı mı arkadaş mı?

Bir bölüm daha, okuyun bakalım aynı şeyleri mi düşünüyoruz.

BÖLÜM 14-------İŞ ARKADAŞLARINIZ İLE İLİŞKİLER
Konuya iş arkadaşı kimdir sorusunu cevaplayarak girmek istiyorum. Çalışan insan ofisinde bulunan herkesi iş arkadaşı olarak görmez. Sevdiği, anlaştığı kişiler iş arkadaşıdır tabi ama sevmedikleri sadece "bizim ofistekilerden biri” olarak tanımlanır. Bu sebeple “iş arkadaşı” ile ilgili anlattıklarımı lütfen sevdiklerimiz ve anlaşabildiklerimizle sınırlı tutarak okuyun, bir yanlışlık olmasın efendim.
Gelelim mevzuya; iş hayatında bence en önemli şeylerden biri arkadaş sahibi olabilmektir. Neden mi? Çünkü hayatımızın büyük kısmını ofiste geçiriyoruz. Bu kadar vakit harcadığınız bir ortamda arkadaşımız olmazsa ne yaparız? Zaten dikkat ediyorum, çalıştığı yerde arkadaş edinemeyenlerin çoğu o iş yerinde pek uzun zaman kalamıyor. İş yerinde arkadaş edinmek şart. Dikkat ederseniz dost demiyorum, o pek fazla kişiye nasip olmaz zaten. Ama arkadaş edinmek herkes için mümkün. Bu kısımda herkes hemfikirdir herhalde. Ancak benim değinmek istediğim ve beni mutsuz eden şey, iş yerinde iş arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizin boyutu ve sonuçları. Bir kere iş arkadaşın olan şahsiyetlerle hiçbir vakit çıkarlarının çatışmaması lazım, ya da çatıştığında bunun üstesinden gelebilmek lazım. Diyelim o gün siz yöneticinizle bir gerginlik yaşadınız, kendinize yakın gördüğünüz iş arkadaşınız ise o gün yöneticinizle bal börek kıvamında. Haliyle sinir olursunuz. “Kasten mi yapıyor acaba, benim aram kötü bundan faydalanıp kendisini mi öne çıkartıyor” diye kurmaya başlarsınız. İdeal olanı böyle düşünmemek, profesyonel olmak, “benim sorunum sadece beni bağlar, ben gerginim diye o da mı ona tavır alacak” diyebilmektir tabi. Ama insanoğlu böyle düşünmez, kendi dalaştığı kişi ile yakın gördüğü iş arkadaşının samimi olmasını kaldıramaz, kendini ihanete uğramış hisseder. Sebebi basittir, uzun saatler ve günler boyu birlikte olmak, iş arkadaşlarınıza hayatınızda olması gerektiğinden daha fazla anlamlar yüklemenize sebep olur.
Bir önemli hususta kiminle arkadaşlık edeceğinizdir, yani kiminle arkadaş olmayı tercih edeceğiniz. Benim gözlemlerime göre eğer sizinle aynı işi yapan, aynı konumda çalışan kişilerle arkadaşlık etmenin hem iyi hem de kötü yanları var. İyi yanı sizin işinizi, projelerinizi ilgilendiren konularda kimi zaman güç birliği yapmanıza yardımcı olabilir. Mesela yöneticiniz size bir proje verdi ve çok kısa bir süre içinde tamamlanmasını istedi. “Bu kadar zamanda yetişmez” diye birlikte itiraz etmek, tek başına itiraz etmekten her zaman daha faydalıdır. Kötü yanı ise aynı işi yapıyor olmanız birbirinizin performansından çok etkilenmenize sebep olur. Mesela arkadaşınız sudan bir sebepten izin aldı, işler başınıza kaldı, aranız bozulabilir. Beraber yapmanız gereken bir iş vardı, o kaytardı veya kendi kısmını yetiştiremedi dolayısı ile sonuca ulaşılamadı, aranız bozulabilir. Daha da önemlisi terfi gibi durumlarda iş arkadaşınız en amansız rakibiniz durumuna dönüşebilir. Kanaatimce sizinle aynı işi yapan, aynı bölümde çalışan kişilerle samimiyeti fazla ilerletmemeniz, onları can ciğer kuzu sarması görmemeniz en hayırlısıdır. Çünkü bugün değilse de yarın aranızın bozulması an meselesidir. Onlarla olan ilişkilerinize ne kadar az anlam yüklerseniz, ofiste sinirinizin bozulmasına o kadar az sebep olursunuz. Başka departmanlarla çalışan kişilerle arkadaşlık etmek, rakip durumuna düşmeyi nispeten engeller. Gerçi onlarla da arkadaşlık bazen aynı dili konuşamama durumuna sebep olur. Mesela siz öğle yemeğinde ertesi gün toplantıya gelecek gıcık mı gıcık bir müşteriniz için gerginlik yaşarken, mali departmanda çalışan arkadaşınız dönem sonu raporlarından dert yanar, ikiniz de birbirinizin suratına bakıp içinizden “amaan taktığı şeye bak, bu da dert mi, hem ne anlatıyor ki beni alakadar etmeyen bu mevzuyu” diye hayıflanırsınız. Aynı dili konuşamamak, aynı sorunların muhattabı olmamak bazen sıkıcıdır ama iş arkadaşlarınızla uzun zaman iyi geçinebilmek istiyorsanız başka departmanlardan kişilerle samimiyet kurmak daha akılcıdır.
Bunlar benim fikrimlerim tabi, kabul edebilir veya etmeyebilirsiniz. Ama acıklı olan durum şu ki iş yerinde her şeyiniz, hatta diğer insanlarla gireceğiniz arkadaşlık ilişkileri bile bir stratejinin parçası olmak zorundadır. Doğal arkadaşlıklar kurmak, gerçekten insani bir şeyler yaşamak bile çoğu zaman zordur. İş yeri bir “jungle” gibidir, kimseye güvenemez ve hep tetikte durmak zorunda kalırsınız. Çok sevimli ve renkli gördüğünüz bir canlı öldürücü bir zehre sahip olabilir. Ya da sevmek için elinize aldığınız bir canlının bir yerini fark etmeden acıtırsanız sizi sokabilir.
İş arkadaşlarınız ile iyi geçinmek ve iş yerinde huzurlu olmak zor zanaat, bence yapılacak en iyi şey onları sadece aynı ortamı paylaştığınız kişiler olarak görmek ve samimiyeti abartmamaktır.

İş yerinde giyim kuşam

Bu bölüm çalışan kadınlara adanmıştır. Ne anlattığımı en iyi onlar anlar :)

BÖLÜM 13-----GİYİM KUŞAM, SAÇ, MAKYAJ

Çalışamakla ilgili en çok nefret ettiğim şeylerden biri giyim kuşam problemi. Bir kere insanın özgürce giyinmesi diye bir şey yok. O gün nasıl hissettiğinizin, ne giymek istediğinizin bir önemi yok. İş yerinizin giyim kuralları çerçevesinde, pozisyonunuzun gerektirdiği gibi giyinmek zorundasınız. Modern çalışan kadın için genel geçer kural, ceket pantolon ya da ceket etekten oluşan takımlar giymektir. Makbul olanı koyu renklerdir. İçine gömlek ya da body denilen bluzlardan giyilir. Altına topuklu ayakkabı ya da çizme. Saçlar fönlü olmalı, hafif bir makyaj yapılmalıdır. Aşırı dekolte her yerde yasaktır. Fazla canlı renkler, otantik takılar, düz ayakkabılar, spor kesimli pantolon ya da etekler göze batar. Sürdüğünüz ruj bile mevzu olabilir. Eğer biraz daha yüksek bir mevkiideyseniz daha renkli ve daha göze batan takımlar, elbiseler giyebilirsiniz. Bu söylediklerime hepiniz şahitsiniz zaten.
Ben öncelikle şu ceket mevzusuna parmak basmak istiyorum. Lütfen birisi bana ceket gibi rahatsız bir giyecekle, nasıl günde sekiz dokuz saat geçirilebileceğini anlatsın. Bir kere ceketle asla bilgisayar karşısında rahat edilmez. O ceket mutlak çıkarılır ve sandalye arkasına asılır. Demek ki rahat değil kardeşim, o zaman bir sürü para verip pantolon ve eteklerimizle aynı kumaştan dikilmiş bu ceketleri niye alıyoruz? Her gün bizimle mesaiye gelip sandalyede arkamızı kollasınlar diye mi? Ceket giyilebilen tek yer toplantı masasıdır. Orada birşey yapmayıp sadece oturduğunuz için bu işkenceye dayanmak daha kolaydır. Evet neymiş aslında hepimizin ihtiyacı olan şey, tüm kıyafetlerimize uyan bir ceket bulup onu ofiste muhafaza etmek ve toplantı olacağı vakit sırtımıza geçirivermek.

İlk iş yerimdeki, ilk yöneticim bize hep şöyle derdi “ insan nasıl giyerse öyle düşünür ve öyle davranır, spor giyinirseniz spor davranırsınız, ciddi giyinirseniz ciddi davranır ve ciddi düşünürsünüz”. Yani onun teorisine göre iş ciddiyeti ve iş yapma becerisi cekete bağlıydı. Halbuki iş ciddiyeti dediğiniz şey işinizi iyi yapmak, sonuç elde etmek ve iş yapma becerisi de yaratıcı veya pratik zeka ile işinizi kolay ve daha iyi yapma yolları bulmak değil mi? Peki creative yani yaratıcı işler yapan, birşeyler üreten veya icat eden kişileri bir düşünün, sanatçılar, ressamlar, bilgisayar yazılımcıları, mucitler, bilim adamları, reklamcılar bunların hangisi çalışırken ceket giyiyor sizce. Yani yaratıcı zekanın giyimle hiçbir ilgisi yok. Varsa bile özgür bir bedenle daha iyi şeyler üreteceğimiz kesin. Ama tabi iş hayatındaki ilk yöneticim aslında haklıydı. Çünkü burası Türkiye idi, çalıştığınız firmada aslında sizden bir fikir üretmeniz hatta düşünmeniz bile istenmiyordu, sadece verilen işleri istendiği gibi yapmanız yeterli idi. Bu durumda ceket giyen kişiler, nerede olduklarını, genel komutların neler olduğunu asla unutamayacak kadar diken üstünde olacak ve daha kabul göreceklerdi.

Ceket mevzusunu bir tarafa bırakalım. “Kaç para kazanıyorsunuz ki giyim kuşama bu kadar para yatırıyorsunuz” konusunu ele alalım. Çalışan bir bayan asla aynı kıyafetle üst üste iki gün işe gitmez. Hatta aynı kıyafeti, tamamen aynı şekilde asla giyinmez. Bir giydiği parçayı bir daha giymeme lüksüne sahip değilseniz bile onu hep değişik şekillerde kombine etmeniz beklenir. Kim mi bekler? Ofisteki diğer insanlar tabi, çoğunlukla da diğer bayanlar. Aldığı maaşın tamamını, ya da çoğunu giyim kuşama yatıran kaç kişi var? Hiç de az sayıda değil. Yani sizler aslında kıyafet almak için günde sekiz-dokuz saat çalışıyorsunuz ve o kıyafetleri de sekiz dokuz saat çalıştığınız yer için alıyorsunuz. Yumurta ve tavuk meselesi gibi değil mi bu? Çalışmıyor olsa da bayanların giyime para harcayacağı kesin ama kabul edin çalışmasanız, aynı kesime sahip bir sürü ceket pantolon takıma tonlarca para yatırmazdınız.

Hadi giyime harcadığınız parayı dengelediğinizi veya sorun olmadığını düşünelim. Pek ya her gün “bugün ne giyeceğim” derdi ne olacak. Bir hafta boyunca ne giyeceğini planlayıp prova eden arkadaşlarım var. Ben de senelerce her akşam, ertesi gün ne giyeceğimi planlamadan yatağa gidemedim. Çünkü sabahın kör karanlığında uykulu bir halde buna karar vermek imkansızdır ve kesin işe geç kalırsınız. Bir sürü para harcayıp yığınla kıyafet alırsınız ama bu sorunlarınızı çözmez. Şimdi dolu bir gardrop önünde ertesi gün ne giyeceğinize karar vermeniz gerekir. “Ay bu etek olmaz yarın bütün gün masada oturacağım bununla rahat hareket edemem, bu bluz olmaz yarın üşürüm, bu kazak ofiste beni terletiyor, Bu beyaz renkli gömleğin kolları masada çok çabuk kirleniyor, hah bu eteği giyeyim ama hay allah bunun altına uyan renkteki çorabım kaçmış. Tamam buldum şu takımı giyeyim ama bunun altına sadece ince topuklu siyah ayakkabılarım güzel duruyor, ama yarın yağmur yağacak, o ayakkabılarla sokağa çıkılmaz ki”. Ve bunun gibi bir sürü cümle kafanızda, siz aptal aptal dolap karşısında bakınırken anneniz ya da eşiniz gelir ve “ne yapıyorsun” diye sorar. “Yarın için giyecek bir şey bulamıyorum, of giyecek hiçbirşeyim yok” dersiniz. Karşınızdaki haklı insan da bir dolaba ve bir size bakıp, “dolap ağzına kadar giyecek dolu, sürekli birşeyler alıyorsun ama hala giyecek birşey bulamıyorsun” der. Çoğu erkek neden siyah renkte binbir türlü ayakkabı aldığımızı asla anlamaz. “Ama hayatım daha geçen ay siyah ayakkabı almadın mı sen, yine siyah ayakkabı almışsın”. Siz de sinirlenirsiniz; “ama o sivri burunlu ve yüksek topuklu idi, her gün giyilmiyor ayağımı acıtıyor, bu ise küt burunlu ve yarım topuklu”. Ardından on puanlık uzmanlık sorusu gelir: “İyi de madem giyemeyecektin niye öbürlerini aldın?” Her gün işe başka bir şey giymeye kendini mecbur hisseden ve bu kıyafetlerin herbirine ayakkabı uydurması gerektiğine inanan, çalışan kadının, derdini anlayan bir tek erkek veya “ev hanımı” anne bulunmaz. Ev hanımı diye özellikle belirtiyorum. Çünkü ortalama bir ev hanımı giyimine çalışan ortalama bir iş kadınından çok daha az para harcar. Çalışan kadınların maaşlarını giyim kuşama yatırmalarını da erkekler kadar anlamsız bulurlar.

Saçlar da ayrı bir derttir. Her hafta başında saçına fön çektirip bir hafta saçını yıkamayanını mı istersin, her gün kuaföre gidip maaşı saçına yedirenini mi? Lepiska gibi düz saçları olan nadir şanslı zümre saçını rejoce reklamındaki gibi yıkayıp çıkar ve iyi görünür. Onlar kuaföre gittiğinde dalgalı fön çektirirler. Bu da çok sık gerekmez. Ama esas çoğunluk hafif dalgalı dediğimiz türden saça sahip olanlardır. Bu bayanlar saçını yıkayıp kendi haline bırakırsa, saçlarının her birinin bir tarafa bakması eğilimi gözlenmiştir. Kimisinde elektrik çarpmış gibi kabarma baş gösterir. Evdeki fön makinesi ve fırça ile yapılan uğraşlar saçları ancak yatıştırmaya yarar. Asla kuaförden çıkmış gibi hoş ve bakımlı görünmezsiniz. Hatta “hafif dalgalı saçlara” sahip biriyseniz, sırf saçlarınızla daha fazla uğraşmamak için bir sürü para verir, iyi bir kuaförde kısa bir kesim yaptırırsınız. Kuaförden çıkınca mutlusunuzdur, ama ilk saç yıkamasından sonra asla saçlarınızı kuaförünüz gibi şekillendiremez, hatta artık toka ile toplama şansınız da olmadığı için pişman olursunuz. Kuaförler çalışan kadınların mecburiyeti haline gelmiş para ve zaman tuzaklarıdır. Ama çalışıyorsanız bundan kurtulamazsınız.

Ben küçüklükten beri makyaj yapmayı çok severdim. Ama çalışmaya başladıktan sonra makyaj yapmak da bir işkence oldu. Bir kere sabahın yedisinde insanın yüzüne fondoten, allık, ruj, far, rimel sürmesi ve yedi buçuk civarında pür makyaj sokağa çıkması kulağa ne kadar normal geliyor. Hadi kabul edelim bayanlar, iş yerlerinde hafif makyaj diye tabir edilen şey asla hafif değildir. Orada size söylenen şey masmavi göz kapakları, kırmızı dudaklar ve gözlerinizde sürme ile işe gelmemeniz, ama hoş görünmenizdir. Hoş görünmek için kaliteli bir fondoten ile cilt tek bir renk haline getirilir, sivilcelere kapatıcı ve tüm bunların üstüne parlamasın diye pudra sürülür, elmacık kemiklere allık yedirilir ve kirpikler rimellenir. Sonunda cilt rengi tonlarında hafif bir makyajla uzaktan bakıldığında hoş gözükebilirsiniz. Ama aslında yüzünüzde bir ton boya vardır. Üstelik bu makyaj malzemeleri gün boyu bulunduğunuz ortamdaki kiri tozu çekip yüzünüze yapıştırır, sıkıntılı anlarınızda eliniz alnınıza gidince fondoten elinize bulaşır ve bilgisayar karşısında gözleriniz sulanıp oğuşturduğunuzda rimeliniz akar. İş yerinde konu makeni değilseniz ve gerçekten çalışıyorsanız sabah yaptığınız “hafif makyajınızla” günü, başladığınız görüntü ile tamamlamanız asla mümkün değildir. Müşteri ile görüşmeden önce “ay bir rujumu tazeliyeyim” diye tuvalete gitmek zorunda olmayan erkek meslektaşlarınız da arkanızdan “ya bu kadın milleti de…” diye başlayan cümleler kurarlar.

Makyaj malzemelerine yatırılan paradan bahsetmeye, bilmem gerek var mı? Bir ceket ya da bir takım elbise fiyatına satılan minicik ambalajlı cilt ürünlerinden almayanınız var mı? Küçücük bir kutudaki bir parça nemlendirici, göz kremi ya da fondotene verdiğiniz para hakkında annenize ya da eşinize yalan söylediğiniz oldu mu? Benim çok oldu. Söyleyip kalp krizi geçirmelerine neden olmak istemedim de ondan. Bir de evde alınmış milyon tane türde makyaj malzemelerini bitmeden bayatladığı için dönem dönem temizleyip çöpe atma ayinleri düzenliyordum ki siz de çekmecenizde iki yıldır sürmediğiniz rujunuzu artık atsanız iyi olur.

İş hayatımın birinci yılında sabah evden çıkarken makyaj yapmayı bıraktım, iş yerine gidince yapıyordum. Sonra iş yerine gidince nasılsa insanlar beni böyle gördü deyip iş yerinde de yapmayı bıraktım. Son zamanlara doğru artık sadece canım çektiğinde makyaj yapmaya başlamıştım. Aslında fena da olmuyordu, sürekli makyaj yapıtığım zamanlarda iltifat almıyordum ama ara sıra makyaj yapmaya başlayınca, ofis arkadaşlarım makyaj yaptığım günlerde iltifat etmeye başladılar. Her şeyin arasırası makbul galiba.

Sonuç olarak kıyafet almak için alışveriş merkezlerinde, saçınıza fön çektirmek için kuaförlerde ve makyaj yapmak için ayna karşısında harcadığınız vakitleri bir düşünün. Bunlar aslında keyif alınacak şeyler olabilir ama iş yerine gitmek için belli aralıklarla isteseniz de istemesiniz de yapınca hiç de keyifli olmuyor. Bana katılanlar var mı? Eminim vardır. İşte iş hayatından bezmek için bir sebep.

İnsan kaynakları mı böğğğ!

Kitabımdan seçtiğim bir bölüm daha var aşağıda. Bu bölümü okumadan önce bilmeniz gereken şey insan kaynakları uzmanlık sertifikasına sahip olduğum ve kariyerimin bir bölümünde insan kaynakları yöneticisi olarak çalıştığım. Yani acımasızca yaptığım işi değerlendirmiştim.

BÖLÜM 12----- İNSAN KAYNAKLARI NEDEN SEVİLMEZ
Çalıştığı firmadaki insan kaynakları departmanını seven, veya bir departman yok da sadece bir insan kaynakları görevlisi varsa, onu seven kaç kişi var aranızda? Aşağı yukarı hepinizin insan kaynaklarında çalışan en az bir kişi ile dalaştığınızı ve genel olarak da orada çalışanları pek sevmediğinizi düşünüyorum. İnsan kaynaklarında çalışan birileri ile samimi arkadaş olanların da biraz menfaatlerini düşündüklerinden kuşkulanıyorum. Tüm bunları genelleştirdiğimin farkındayım ama çoğunluk mantığından yola çıkarak yaptığım için istisnalar lütfen bana kızmasınlar. Ben de insan kaynakların departmanında çalıştım, hem de çalıştığım firma için departmanın en tepesi olarak. Bu yüzden insan kaynaklarında çalışanları da onlara uzaktan bakanları da anlıyorum, madalyonun her iki yüzünü de görebiliyorum. Bu sevilmeme hadisesinin biraz kökenine inmek istiyorum.

Öncelikle birden fazla çalışanın olduğu bir insan kaynakları departmanına sahipseniz, kurumunuzda oldukça kalabalık bir yer demektir. Bu çalışan topluluğunun maaş, prim, ikramiye, performans değerlendirme, terfi vb tüm önemli mevzuları insan kaynaklarından geçer. Bazı firmalar bu konuda gerçekten profesyoneldirler ve bu konular genelde insan kaynakları departmanı ile birlikte çalışarak halledilir. Yani çalışanlar bizim hakkımızda olmuş ve olacakları biliyor diye insan kaynaklarına pis pis bakmakta haklı olabilirler. Bazı firmalarda ise herşeye bir iki kişi, ki bunlar patron, genel müdür ve bir iki yüksek düzey yönetici olabilir, kendi aralarında karar verir ve insan kaynaklarına sormazlar bile. Dolayısı ile insan kaynakları sadece karar verildikten sonra uygulayan grup olur ve aslında diğer çalışanlar kadar olaylardan habersiz durumda olurlar. Durum hangisi olursa olsun, çalışanlarla ilgili verilen kararların uygulaması insan kaynakları vasıtası ile olduğundan tepkilere maruz kalan grup hep onlar olurlar. Maaşlara zam yapılmadıysa, prim dağıtılmıyorsa, kıyafet yönetmeliği değişti ise, servislerle ilgili değişik bir uygulama yapılıyorsa vb , çalışanların itiraz ve yakınmaları hep insan kaynaklarına gelir. Çoğu zaman unutulan husus, orada çalışanlarında diğerlerinden farklı olmadığı, aynı imkan ve zorluklara sahip olduğu ve alınacak her karardan diğerleri igibi etkilendiğidir. Yani onlar da sizin gibi sadece kurbandırlar. Üstelik daha da beteri, aynı uygulamalar için kurban olmalarına rağmen onlar sizin gibi yakınma şansına sahip değillerdir, daha da kötüsü verilen kararların doğruluğuna veya sebeplerine sizi ikna etmek ve kabul ettirmekle sorumludurlar. Bu da yetmiyormuş gibi, bunu yaparken sizin motivasyonunuzun düşmemesini, kurum sadakatinizin azalmamasını sağlamak gibi de görevleri vardır. Ama bu ne derece mümkündür lütfen kendinize sorun. Diyelim ki maaş zamları beklenenin ya da genelde olanın çok çok altında oldu, insan kaynakları da bunu duyurdu. İnsan kaynaklarına gidip, konu ile ilgili gördüğünüz kişiye bunun sebebini sorup, bu parayla nasıl geçineceğiz diye dert yanıyorsunuz. Karşınızdaki kişi size “yahu kardeşim patron istedi biz de öyle yaptık, ben ne yapayım, benim de zammım aynı şekilde” diyemiyor ki, zavallım “bakın firmamız bu sene şöyle yatırımlar yaptı, ekonomik durum malumunuz” vs diye başlamak zorunda. İnsanın kendinin bile inanmadığı yalanlara başkasını inandırması nasıl zor birşeydir, biliyor musunuz? İnsan kaynakları departmanın da çalışmadı iseniz, tabi ki bilmiyorsunuz. Size iş yerinde mutlaka ceket giymeniz gerektiğini, açık ayakkabılarla işe gelemeyeceğinizi söyleyen kişinin de ceket giymekten nefret ettiğini, evinde iş yerinde giyemediği için hayıflandığı pek çok açık ayakkabısı olduğunu bilseniz arkasından saydırmaktan vazgeçer miydiniz? Söylemeye çalıştığım şey şu; çoğu durumda onlar da sizin gibi insanlar ama sistem içindeki görevleri, sizin gıcık olduğunuz uygulamaları size duyurmak ve yürürlüğe sokmak. Bu sebeple itiraz etme şansları pek yok. Onlara fazla yüklenmeyin, inanın sizden daha mutsuzlar. Eski bir insan kaynakları uzmanı olarak bu mutsuzluğun, kariyer değişikliğime bile sebep olduğunu söyleyebilirim. Çalışanların sizi sürekli yönetimin veya patronun adamı olarak, yönetimin de sizi sürekli çalışanları savunan ve masraf çıkaran biri olarak görmesi, her iki taraftan da sempati görmemek pek hoş değil.

İnsan kaynaklarında çalışanları bu kadar savunmak yeterli sanırım. Şimdi bir de gerçekten sevmemenize sebep olabilecek durumlar üzerinde durmak istiyorum. Bir kere idda ediyorum ki insan kaynakları uydurulmuş bir meslektir ve bence ihtiyaçtan değil işgüzarlıktan ortaya çıkmıştır. Görevlerinin ve sorumluluklarının neler olduğunu gayet iyi bildiğim için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. İnsan kaynaklarının görevlerinden bazılarını saymak ve neden gereksiz olduklarını açıklamak istiyorum.

Bir kere bu departmanın en saçma bulduğum görevi çalışanların motivasyonunu sağlamaktır. İster kalabalık bir firmada ister küçük bir işletmede çalışın, insan kaynaklarının sizin motivasyonunuzu sağlaması mümkün değildir. Motivasyonunuzu bozan ya da azaltan sebepleri düşünün. Mesela yöneticiniz ile geçinemiyorsunuz, sizin başka bir departmana geçmenizi, yöneticinizi değiştirmeyi ya da onunla sizi bir araya getirip bir hakem gibi sorunu çözmeyi deniyorlar mı? Hayır! Ya da iş yerinin bazı koşullarından memnun değilsiniz bunları düzeltiyorlar mı? Çoğunlukla hayır! Özel yaşamınızdaki bir problemden dolayı mutsuzsunuz, bu işinize de yansımaya başladı, bırakın yardım etmeyi, acaba bir sorununuz mu var diye bile soruyorlar mı? Hayır! Bunları ofiste yapabilecek, dertlerinize çözüm bulabilecek biri varsa o da genelde yöneticiniz olur. Ancak çoğu zaman böyle bir yönetici ile çalışma şansınız da olmaz. Dolayısı ile sizin motivasyonuzu etkileyen konulara insan kaynakları hiçbir şey yapamaz. Tabi onlar da motivasyonuzu artırmak için çeşitli aktiviteler yaparlar. Toplu halde şirket çalışanlarını sinemaya, tiyatroya götürmek, şirket yemekleri ve piknikleri düzenlemek vs. Ama insanın iş yerindeki motivasyonu bu tip şeylerle kandırılacak cinsten değil, hadi kabul edin. Cuma günü yöneticiniz ile gerginlik yaşayıp, Pazar günü şirket pikniğine gidince, üstelik pikniğe gitme mecburiyeti yüzünden evdeki işlerinizi de yapamayınca motivasyonunuz ne durumda oluyor? Pek iyi değil sanırım. Yok kardeşim motivasyon piknik, tiyatro falanla düzelmez, boşuna uğraşmayın.

İnsan kaynaklarının görevlerinden biri de çalışanlarla şirket yönetimi veya kısaca patron arasındaki iletişimi sağlamaktır. Bunun Türkçe’si şu, yönetimin buyurduklarını çalışanlara duyurmak. Ayrıca çalışanların kendi aralarındaki iletişimi de sağlamak, yani kavga eden olursa ayırmak, onları ıvır zıvır aktivitelerle bir araya getirip birbirlerini daha çok görmelerine ve birbirlerinden daha çok bezmelerine sebep olmak. Bunları çok gerekli bulanınız var mı?

Bir başka işleri performans değerlendirme ve kariyer planlama konularında çalışmaktır ki, bunları ne kadar anlamsız bulduğumu geçtiğimiz bölümlerde zaten anlatmıştım (bknz bölüm 8-9).

Aklınıza insan kaynaklarının görevleri olarak başka neler geliyor? Mesela eleman seçme yerleştirme derseniz hemen size onların aslında gelen özgeçmişleri ayıklayıp ön görüşmelerde adayların tiplerine baktıklarını ve asıl seçimi adayın çalışacağı departman yöneticisi ve bir başka üst yöneticinin yaptığını söylerim. Personel özlük işlemleri derseniz, insan kaynakları uzmanlarının çoğunun özlük işlemlerini pek bilmediğini, bu işleri ya departmanda sırf bu işi yapan kişilerin ya da çoğu zaman muhasebeden birilerinin yaptığını hatırlatırım. Eğitim derseniz, şirket eğitimlerinin şirket dışından getirilen eğitmenlerce veya bu eğitim şirketlerine giderek yapıldığını, insan kaynaklarının sadece kayıt işlerini yaptığını söylerim, ki bunu eğitime gidecek personel de veya departmanlarının yöneticisi de yapabilir. Hangi eğitime gidileceğine zaten yöneticiler karar vermekte bunu insan kaynakları tek başına seçmemektedir. Kısaca onların yaptığı pek çok işin sadece kırtasiye kısmını yapmakta olduğunu, geri kalanların da aslında uydurma ve gereksiz şeyler olduğunu idda ediyorum. Hatta insan kaynakları ile uğraşan kişilerin şirket içinde önemlerini artırmak ve saygınlıklarını artırmak için yeni kavramlar, yeni uygulamalar uydurduğunu böylelikle kendilerini daha önemli hissettiklerini düşünüyorum. İnsan kaynakları gazetelerinin ilk sayfalarındaki makale ve haberleri okuyun, internetteki insan kaynakları sayfalarındaki yazılara bir göz gezdirin, oralarda adı geçen kavramların pratikte sizin için ne ifade ettiğini, şirketinizde uygulanıyorsa nasıl uygulandığını ve uygulanacak olursa nasıl olacağını düşünün ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Başta insan kaynaklarına karşı empati yapmanızı ve aslında yönetimin karar verdiği konularla ilgili onlara fazla yüklenmemenizi söylemiştim. Bu konudaki fikrim ayrı olmakla birlikte insan kaynaklarını neden sevmediğinizi anlıyorum, itiraf edeyim artık ben de sevmiyorum.

İş değiştirmek mi istiyorsunuz?

Sanırım çalışan herkesi ilgilendiren konu aşağıda, okyun, düşünün, eğlenin!

BÖLÜM 11----------ÇALIŞIRKEN İŞ ARAMA DURUMLARI
Herkes kariyerinin bir noktasında iş değiştirmek zorunda kalır. İş hayatına başladığı firmadan emekli olan insanların sayısı bugün yok denecek kadar az. İstifa etmediyseniz veya işten atılmadıysanız yeni bir iş bulmak için, çalışırken iş görüşmesine gitmek zorundasınız. İşten atılmayı ele almayacağım çünkü o zaman rahat rahat iş aramanız mümkün. İstifa etmek de, iş değiştirmeye karar verdi iseniz hatta yeni iş bulana kadar sizi geçindirecek paranız varsa bile, yeni iş bulmadan önce “uzmanlarca” tavsiye edilmiyor. Çünkü iş görüşmelerinde neden istifa ettiğinize karşı tarafı inandırmak bir problem oluyor. Bu sebeple, iş değiştirmek istiyorsanız çalışırken iş arama traji-komikliğine katlanmak zorundasınız. Bu konuda da saçma bulduğum şeyleri ve birkaç nacizane çözüm önerimi sizinle paylaşacağım.

Bir kere iş görüşmesine çağrılmak üzere sizi tabi ki mesai saatlerinde, siz iş yerindeyken ararlar. Çoğu zaman aksi gibi bu telefon geldiğinde gıcık olduğunuz ve güvenmediğiniz bir iş arkadaşınız, yöneticiniz ya da daha da kötüsü patronunuz yakınlarda olur. Siz telefonda ne söyleyeceğinizi bilemez, kem küm edersiniz. Ya rahat konuşmak için koridora tuvalete falan çıkar ve herkesi şüphelendirirsiniz ya da arayanla rahat konuşamayıp anlaşamazsınız. Ben sizi arayayım gibi cümleler kurmak şüphe uyandırır. Telefonda görüşmeyi kabul edip “aa tamam o saat olur, bir adres alayım” diye cümleler kurarsanız zaten çok sakat. Pek çok kişi tuvalete kaçıp konuşarak, iş yerinde şüphe çekme şıkkını seçer ki en azından “sevgilim aradı”, “eşimle özel bir konuşma yaptım” falan gibi pek yutulmayan cümlelerle geçiştirme şansı olsun.

Bu kaçınılmaz bir durum gibi görünebilir. Ama teknoloji çağında yaşıyoruz, çoğu insanın e-mail adresi ve istisnasız herkesin cep telefonu var. Hadi insanlar şahsi e-mailllerini çok sık kontrol etmiyorlar diyelim peki ya cep telefonu? İnternet üzerinden görüşmeye çağıracağınız kişilerin cep telefonlarına standart bir SMS mesajı göndermek gayet kolay ve mümkün. “Falanca firmadan iş görüşmesi için temasa geçtik, müsait olunca bizi arayın” mesajı çekilse insanlar da mesai saati içinde, ama müsait oldukları bir ara, arasalar daha iyi olmaz mı? Hem herkese telefon açmak, bulamayınca veya müsait olmadığı için görüşemeyince de tekrar aramaktan daha az masraflı ve daha kolay değil mi?

Hadi sizi aradıklarında müsait bir durumda idiniz veya bir şekilde o kısmı atlattınız. Bir başka önemli sorun da görüşme saatini ayarlamaktır. Çoğu firma iş görüşmelerini inatla mesai saatleri içinde hem de en olmadık saatlerde yapmak için ısrar etmektedir. “ Ama ben çalışıyorum, görüşmeye iş çıkışı veya cumartesi gelsem” talebinizi, “malasef uygun başka saat yok” diye geri çevirir ve sizi ya o saatte gitmeye ya da bu işi gözden çıkarmaya zorlarlar. Ancak burada mantıksal bir çelişki mevcut. Firmalar işten atılanlara pek sıcak bakmıyorlar, özgeçmişinde istifa ettiğini yazanlar da pek hoş algılanmıyor. Yani sebebi ne olursa olsun işsizse görüşmeye çağrılma şansı, çalışan bir kişiden çok daha az. Çevremizdeki pek çok işsiz tanıdığım, başvurduğu ve özelliklerine uyan iş ilanlarının çok azına çağrıldığını söylüyor, kendi çalıştığım firmalardan da mevcut bir işi olanların daha sıcak karşılandığını biliyorum. Bunun altında yatan sebep “bize iyi bir personel lazım, bu kişi de bir iş yerinde halen çalışıyor demek ki iyi”, ama işsizse “işe yaramaz biri olma ihtimali yüksek” düşünceleri. Hadi bunları doğru veya yanlış kabul ettim diyelim, ee madem öyle zaten çalışan birini işe alacaksın ne diye illa da mesai saatlerinde ısrar ediyorsun. Ya da en azından mesai saatlerinde çağıracaksan niye en az iki alternatif tarih söylemiyorsun? Senin istediğin saatte adamın önemli bir toplantısı var ve bunu söylüyorsa ne olacak? Şimdi sırf nasıl sonuçlanacağı belli olmayan bir iş görüşmesi için adam işini ekip seninle görüşmeye gelse, bu adamın iş ahlakından ve ciddiyetinden şüphe etmen gerkemez mi? Kendi çıkarı için halen çalıştığı iş yerinde, önemli bir işini ekip görüşmeye geliyor. Valla ben o adamı işe almam, yarın benim iş yerimde bütçe toplantısının yapılacağı gün “annemi hastaneye kaldırdılar” yalanı ile işe gelmeme ihtimali de var. Bugün sana yarın bana hesabı. Bence mantıklı olan, çalışan birini iş görüşmesine çağırıyorsanız ve illa mesai saatlerinde olsun istiyorsanız en az iki farklı tarih önermektir. Ancak işsizin bol, iş ilanlarına başvuranın tonla olduğu ülkemizde, bol başvurudan şımarmış insan kaynakları yetkilileri olaya pek böyle yaklaşmazlar. “Gelemezse gelemesin, onun problemi, bu işi istiyorsa söylediğim saatte gelmek zorunda, ben her görüşmeye gelenin keyfini yapamam ya” diye düşünürler. Bu sebeple pek çok çalışan da gerçekten istediği bir iş ise ne yapıp edip “buyurulan” tarih ve saatte görüşmeye gitmeyi kabul eder.

İkinci ve en zor aşama iş görüşmesi için iş yerinizden izin almaktır. Bunun için genel temayül hatta tek uygulama “yalan söylemektir”. İşte, iş hayatında en katlanamadığım sahtekarlıklardan biri daha. Şimdi bir iş yerinde çok mutsuz olduğunuzu düşünün, ki düşünmeye hacet yok pek çoğumuz öyleyiz, ve iş değiştirmek istiyorsunuz. Size çok az maaş veriyorlar, terfi isteğiniz reddedilmiş, prim ya da ikramiyeleriniz mali durumdan verilmemiş, yöneticiniz size çok kötü davranıyor gibi binlerce sebepten biri ya da birkaçına sahipsiniz. Sizin başka bir iş arayacağınız gün gibi açıktır. Yani bunu düşünemeyen yönetici bence akılsızdır. Ya da iş yerinde pek de probleminiz yok ama beş altı yıldır aynı firmada çalışıyorsunuz ve artık tıkandınız ve yine “uzmanların” tavsiye ettiği gibi bir iş değişikliği ile kariyerinize biraz ivme kazandırmak istiyorsunuz. İnsan kaynakları hakkında ahkam kesen pek çok yayın ve uzman da bir iş yerinde verimli olarak geçirilecek sürenin beş altı yıl arası olduğunu bundan sonra iş körlüğü, verimli olamama ve motivasyon düşüklüğü olduğunu söylüyor. Yani iş yerinde mutsuz olmasanız bile illa ki bir gün yeni bir iş arayacaksınız. Şimdi siz bu sebeple izin almanız gerektiğinde niye gidip açık açık yöneticinize veya patronunuza “efendim ben yarın iki saat izin rica ediyorum, bir iş görüşmesine gideceğim” diyemiyorsunuz? Halbuki bu cümleyi söyleyince yüzünüze mel mel bakan yöneticinize “biliyorsunuz burada falanca filanca sebeplerden dolayı mutlu değilim, o sebeple yeni iş arıyorum, bir yerden de görüşme talebi geldi oraya gideceğim, herhalde bunu zaten bekliyordunuz” veya “biliyorsunuz burada bir sıkıntım yok ama yedi yıldır bu firmada çalışıyorum artık oldum, yeni iş bulmam lazım” diyebilmeniz lazım. Çünkü gerçek sebep bunlar. Ama bunu söyleyemiyoruz. Neden? Çünkü gerçeği söylersek o zaman iş arayan bir kişi olarak firmada direkt casus muamelesi görmeye başlar ve kısa sürede de “sen istifa edemezsin biz seni atarız” egosu ile kapının önüne konulmaya aday olursunuz. Gideceğiniz iş görüşmesinde kabul edilirseniz ne ala, ama ya kabul edilmez ve ondan sonra altı ay boyunca sizi hiçbir görüşmeye çağırmazlarsa ne olacak? Dolayısı ile bu riskleri göze alamaz ve herkesin yaptığı gibi yalan söylersiniz. Peki pek değerli insan kaynakları uzmanları buna niye bir çözüm getirmiyor. Her mevzuuda profesyonellikten ve görüşmelerde dürüstlükten dem vuran uzmanların iş görüşmesine gitmek için mevcut iş yerinden nasıl izin alınacağına dair neden bir önerileri yok? Nedense bu konu üzerinde hiç durulmaz, adı konulmasa da izin almak için akla en yakın yalanı söyleyerek bunu halledeceğiniz düşünülür. Halbuki bence insanın çalışırken iş aramasında ve kariyerinde bir gelişme sağlamasındaki en önemli engel iş yerinden izin alamamasıdır. Pek çok iş yerinde, gerçekten hasta olduğunuz ve bunun herkesçe algılandığı günlerde bile ertesi gün için izin almanız veya gayet mantıklı ve gerçek sebeplerle bir özel işiniz için izin istemeniz bile sorun yaşatırken aslında gizli gizli bir iş görüşmesine gitmek için uyduruk bir sebeple izin istemek her babayiğidin harcı değildir. Söz gelimi doktora gideceğim diye izin almaya kalkarsanız mutlaka neyiniz olduğunu, ne doktoruna gideceğiniz hatta nereye gideceğiniz bile sorulur. Sizinle ilgilenmek maksatlı soruluyormuş havası verilmesine rağmen, bunları sormaktaki tek maksat yalanınızı yakalamak ve sizi zor duruma düşürmektir. Siz “efendim yarın doktora gitmek için iki saat izin rica ediyorum, saat birle üç arasında” dersiniz, yöneticiniz önce “aa neyin var” diye sorar. Önce ona mantıklı bir hastalık bahanesi uydurmak zorunda kalırsınız, genelde görünüşle anlaşılmayacak hastalıklar; böreklerim ağrıyor, midem çok rahatsız ya da dişim ağrıyor gibi bir şey seçilir. Yöneticiniz daha detaylı sorar “aa benim de aynı rahatsızlığım var hangi doktora gideceksin?” Hadi buyrun buradan yakın, şimdi bir yalan daha söylemeniz gerekli. Bu sebeple mümkünse daha önce gittiğiniz ve o hastalığın gerçekten uzmanı olan bir doktoru söyleyin ki ilerde başka başağrısına sebep olmasın. Sorgulama bununla bitmez, hastalığınıza ve doktora gideceğinize inanmış gözükse bile yöneticiniz yine sorar “ama o saatlerde olmaz, biliyorsun burası çok yoğun, haftasonu veya akşam niye gitmiyorsun?” Şimdi de neden gün ortasında gitmeniz gerektiğine dair bir yalan söylemeniz gerekir. Artık ver elini hayal gücü, doktorun randevu saatlerinde yoğunluk olduğu, bir tek o saatlerde orada olduğu vb birşeyler uydurulur. İnanmaz gözlerle size bakan yöneticiniz zor bela “peki ama çabuk dönmeye çalış” derse ne ala. Demezse zaten başınız belada. İzin almak konusunda tek atışta başarılı olmak istiyorsanız, benim size tavsiyem fazla detaya gerek olmayan ve kesinlikle belli bir saatte belli bir yerde olma zorunluluğu veren yalanları söylemenizdir. Örnek veremeyeceğim çünkü benimkiler gerçekten çok özel, şimdi bu kitabı okuyan eski yönetcilerimin “yuh bu da mı yalandı” diye arkamdan küfretmesini istemem doğrusu. Bu sebeple örnekleri sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Ama bizi bu hallere sokanlar utansın!

Diyelim ki izin almayı başardınız ama görüşmeye gideceğiniz gün ofiste bunu nasıl belli etmeyeceksiniz? Kabul edeceğiniz gibi bir iş görüşmesi için ofisten en fazla yarım gün izin alınır, genelde de iki üç saatlik izinlerle idare edilir. Bunun anlamı iş görüşmesinin olacağı gün, görüşmeden önce veya sonra mutlaka belli bir sürede ofisinizde olacağınızdır. Şimdi, iş görüşmesine giderken kuaförü ziyaret etmiş saçlar, iyi bir makyaj ve en iyi takım elbiseniz ile gitmeniz şarttır. Bu konuda erkekler daha şanslı, onlar her zaman koyu renkte bir pantolon ceket giyip her gün traş olduklarından daha az dikkat çekerler. Ama bayanların en iyi takımları, fönlü saçları ve harika makyajları ile ofise geldikleri bir günde değil yöneticisi, hiç kimse onun doktora falan gideceğine inanmaz. İş görüşmesine en “cool” halinizle gitmeniz şart, peki bunu ofiste nasıl belli etmeyeceksiniz? İşte iş hayatının, insanı çileden çıkaran, uğraşılması ve insanı kendinden tiksindirecek çözümler bulmasına sebep olan sorusu budur. Benim kişisel tavsiyem biraz teçhizat gerektiriyor. Eğer özel arabanız varsa çözümü basit. İş görüşmesine giyeceğiniz takımın sadece altını giyin, üstünü alakasız, hiç uymayan hatta paspal görünecek bir üstle tamamlayın, ayakkabı olarak da en gündelik olanlarını tercih edin. Saçlarınızı fönletseniz bile hafif toplayın ki belli olmasın. Makyajınızın ise sadece bir kısmını yapın, yani fondoteninizi sürün. Takımınızın ceketi, iyi ayakkabılarınız ve makyaj çantanız arabanızda dursun, görünüşü değiştirme işini arabanızda yapın. Ofise geri dönecekseniz de makyajınızı silip, paspal üstünüzü giymeyi ve ayakkabılarınızı değiştirmeyi unutmayın. Özel bir aracınız yoksa teçhizatınızı içini göstermeyen bir çantaya koymanızı ve çaktırmadan giderken onu da almanızı öneririm. Kendinizi değiştirme faslı için en yakın Mcdonald restaurantı veya uygun bir yeri de gözünüze kestirin. Bunları yapacak mekan ve zaman bulamıyorsanız mecburen iş görüşmesine gideceğiniz formatta ofisinizde arzı endam etmeniz gerekir, ki bu durumda da bu kadar hoş görünmenizi gerektirecek bir yalan uydurup, akşam bir yemeğe gideceğinizi falan söyleyebilirsiniz. Ama unutmayın ilk görüşmeye giderken ofisinizde dikkat çekerseniz ikinci görüşme için izin almanız hayli zor olacaktır. Yaaa, bir de ikinci görüşme var tabi.

İlk görüşmeyi kazasız belasız atlattınız ve ikinci görüşmeye de çağrıldınız diyelim. Bu aradan uzun bir zaman geçtikten sonra oluyorsa ne ala, ama bir hafta sonra tekrar izin almanız gerekirse ne yalan söyleyeceksiniz? İşte herşey yeniden başlıyor, gene uygun yalanı bulma, gene yöneticiniz karşında tek kişilik bir oyun sergileme, gene giyim problemi. İnsan bu kadar stresi nereye kadar kaldırır? Hele bir de sıkı bir iş arama faaliyetine girdiğinizi aynı anda birkaç ilana başvurduğunuzu ve aksi gibi çoğunun da birbirine yakın tarihler de sizi görüşmeye çağırdığını düşünün. İzin almak tam bir kabusa dönüşecektir. İşte bu yüzden, çalışırken iş aramanın aslında pek de mümkün olmadığına ya da pek hayırlı sonuçlanmayacağına inanıyorum. Görüşmelere gidebilseniz bile, iş aradığınızı çakan yöneticiniz veya bunu ortama yayan bazı ofis arkadaşlarınız yüzünden “dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma” durumunu yaşayabilirsiniz. Gittiğiniz görüşmelerin iş teklifine dönüşmesi olmazsa iyiden iyiye yandınız. Benim bünyem bu kadar stresi kaldırmaz diyorsanız ya istifa edip iş aramayı, ya da iş görüşmeleri yoğunlaşınca istifa etmeyi göze alacaksınız. Ancak çalışırken iş arayan, bir firmada çalışırken diğerine rahatlıkla ve sorunsuz geçebilen, iş görüşmelerine çaktırmadan gitmeyi başarabilen kişileri kutluyorum. Yalan söyleme becerilerinin, hayal güçlerinin, sinir katsayılarının ödüle layık olduğunu düşünüyorum.

Bunu başarı ile hallettiğinizi ve bir firmada çalışırken bir başka firmada iş bulduğunuzu, görüşmelere rahatlıkla gidip sonunda işi kaptığınızı farz edelim. Son bir sorun daha var, adına “ihbar süresi” deniyor. Eğer çalışırken bir iş buldu iseniz, mantıksal olarak bu en azından ikinci işiniz olacaktır. Zırt pırt iş değiştiren biri değilseniz, ki bu da uzmanlarca çok ayıplanan birşeydir, son iş yerinde en az iki yıldır çalışıyor olmalısınız. Bu durumda ihbar süresiniz 6 haftadır. Hadi biraz daha az çalıştınız da yasal ihbar süreniz 4 hafta. Gene de durumunuz pek parlak sayılmaz. İhbar süresi, işvereni kötü niyetli çalışandan korumak maksatlı çıkarılmış birşey. Yani bir yerde çalışırken bir anda başka bir iş bulup kaçıp gitmenizi ve işvereni belki de zarar ettirecek şekilde ortada bırakmanızı engellemek için konulan bir süredir. (Tabi aynı şekilde işverenin çalışanı işten çıkarmadan önce yeni bir iş bulsun diye bilgilendirmesini de sağlamaktadır, ama konumuz istifa olduğu için sadece bu açıdan ihbar süresine bakacağız.) Siz işten ayrılacağınızı, belirtilen yasal süre öncesinden haber verirsiniz ki işveren de bu süre de siz çalışmaya devam ederken, yerinize birini bulsun veya işlerinizi birine devrettirsin ve işler ortada kalmasın. Bu gayet mantıklı gelen bir açıklama ama mantıksız olan şey genelde uygulamada böyle medeni olunamamasıdır. İşini değiştiren pek çok kişi ayrılmayı planladığı iş yerinden nefret etmekte ya da bazen orada gerçekten kötü şeyler yaşamakta olabilir. Bu kişinin istifa etmesinden sonra orada bir ya da birbuçuk ay daha kalması ve işlerini eski performansı ile yapması pek de insanoğlunun tabiatına uygun değildir. Adam ordan ayrılmaya karar vermiş, başka iş bulmuş, artık sallar mı o iş yerini, kendine sıkıntı veren işleri yapar mı? Yapacağını düşünmek de biraz hayalcilik değil mi? Hadi diyelim o çok profesyonel düşünüyor ve ayrılacağı güne kadar aynı şekilde çalışmaya niyetli, öte taraftan pek çok firma işe başlatacağı personeli o kadar süre beklemeye pek hevesli olmaz. Zaten yeni birini işe almaya kalkışan firmanın, iş ilanı, iş görüşmesi ve karar verme ile kaybettiği ciddi bir süre söz konusu iken bir de seçtiği personelin bir ay sonra işe başlamasını bekleyebilir mi? Kaç firma bekler? Bu da ayrı bir sorun olur size, yeni işe kabul edilmeden şimdiki işinizde istifa veremezsiniz, öbür iş olur olmaz da en kısa sürede gelmeniz istenir. Tabi bunun çözümü eğer bedavaya çalışmayı veya cebinizden para vemeyi göze alıyorsanız istediğiniz vakit çıkıp gitmenizdir. İhbar süreniz dolmadan işten ayrılırsanız, işvereniniz içeride alınmamış maaşınız varsa o paradan kesmek, yoksa sizden ihbar süresine karşılık gelen meblağ kadar ihbar tazminatı tahsil etmek yoluna gidecektir. Bedavaya çalışmak veya ayrılırken üstüne para vermek her çalışanın kanına dokunan bir hadisedir. Bu sebeple ihbar süreleri karşılıklı kavga ve tehditler, çeşitli yalanlar ve entirikalar ile halledilir. Çoğu zaman çalışan kişi ihbar süresini doldurmadan ve en az mali zararla kaçmayı başarır. Ne diyeyim, helal olsun. Ama benim sözüm onları ihbar süresini bekleyemeden işe alan firmalara; “bu personelin yarın sizin firmanızdan aynı şekilde kaçmayacağını nereden biliyorsunuz?” Değil mi ama? Uyumayalım lütfen, iş dünyasının profesyonellerinden, ihbar süresi uygulamalarına akılcı ve makul çözümler getirmelerini bekliyorum.