19 Kasım 2010 Cuma

Yeniden

Aslında, bu mutluyum, harikayım, bakın ne güzel geziyorum, nerelere gidiyorum, ne okuyor ne yiyorum tarzı yazıların (ki bunlardan benim de yazmışlığım vardır) beni biraz rahatsız ettiğine karar vermiştim. Artık sinirime dokunmaya başlayan pek çok şey gibi bunu da annemin ölümünden sonra hayat sevincimi kaybetmeme ve her şeyi boş bulmama bağladım. Ancak bu ruh halinden de artık sıkıldığım ve eskiden olduğum kişiye dönme kararı aldığım için yeniden yazmaya başlamalıyım diye düşündüm. Bazılarının yaptıkları hala sinirime dokunsa da eskiden bu tarz yazılar sayesinde yeni yerler keşfettiğimi, bazı seçimler yaparken referans aldığımı ve genelde de memnun kaldığımı da hatırlayınca bu haftanın listesi şöyle oluşuverdi:
1-Kesinlikle okunmalı diye tavsiye edeceğim kitaplar Suzanne Collins’in “Açlık Oyunları”- “Ateşi Yakalamak”- “Alaycı Kuş” üçlemesi. “Ben Efsaneyim” ya da “Tanrı’nın Eli” tarzı felaketler sonrası yeni bir dünyada yaşam, hayat mücadelesi gibi konuları işleyen filmlerden hoşlanıyorsanız bu kitapları da seveceksiniz. Dünyadaki yaşamın bir hayatta kalma mücadelesine dönüşürse siz neler yapabilirsiniz, güçlü ve zayıf yönleriniz neler, sizi hayatta tutacak becerileriniz var mı? Bunları düşüneceksiniz ki ben bunları düşünmeyi çok da fantastik bulmuyor bir gün yüzleşebileceğimi sanıyorum. Yeni bir dünya savaşı, çok büyük depremler bu ortamı yaratmaya yeter de artar bile.
2-“Cariyenin Kızı Mihrimah” kitabını da bitirdim ama çok beğenmedim, yine de tarihi roman sevenlere ilk kitap olan Hürrem Sultan’ı tavsiye ediyorum. Karıştırdığım kadarı ile daha cezp edici ben de onu alacağım.
3-Alıp okuyalı hayli oldu ve çoktan bazı arkadaşlarıma tavsiye etmiştim ama hala yeni çıkanlar standında durduğu için “Küçük Aptalın Büyük Dünyası Pucca Günlük” kitabını da tavsiye edeceğim. Çok güleceğiniz garanti ama biraz edepsiz olduğu konusunda uyarmalıyım.
4-Çok uzun zamandır sinemaya kendim için gidemediğim, kızımı götürdüğüm filmler de sizi cezp etmeyeceği için alıp evde seyrettiğim ve şu anda kitapçılarda standlarda duran fimlerden bahsedebilirim. “Robin Hood” ve “Yalanın İcadı” fimleri çok kötü, “Çılgın Bir Gece” tam evli çiftlere göre bir komedi, “İlişki Durumu: Karmaşık” orta yaşlarda değilseniz biraz sıkıcı, “Repo Man” fena değil denecek bir aksiyon.
5-28 Kasım’a kadar İçerenköy Carrefour otoparkında olacak, sonra da Maçka Küçükçiftlik parkında devam edecek Medrano Sirki’ne bayram öncesi kızımı götürdüm. Daha önce de iki kez sirke gitmişliğim vardı. Bu kez nedense sirklerden nefret ettim. Akrobatları falan seviyorum da hayvanlı gösteriler ilk kez bu kadar kanıma dokundu. Hayvan terbiyecileri zalim, hayvanlar bıkkın ve olayın tamamı canice göründü gözüme. Palyaçoları bile kötüydü. Çocuklarınızı götürmeyi düşünüyorsanız tavsiye etmiyorum. Yetişkinlerin tek başına gitmesine de (erkek arkadaşı ile gelen tipler gördüğüm için söylüyorum) hiç anlam veremiyorum.
6-Pek çok İstanbullu zaten biliyordur ama bu bayram tekrar gittiğim için ara sıra Hidiv Kasrı’na gitmenizi tavsiye ediyorum. İçeride açık büfe yemek hem lezzetli hem de makul fiyatlara, dışarıda pastane, cafe kısmı da öyle, servis de iyi. Kasrın etrafındaki orman şahane, çocuklar için oyun parkı var, hele güneşli bir günde gitmeyi başarırsanız daha da memnun kalacaksınız. Biz bayramın 2.günü tam 4 saat harcadık bunun 3 saati gidiş dönüş 1 saati ise Hidiv Kasrı’nda yemek ile geçti, siz trafiğin kötü olmadığı bir gün gidin derim.
7-Hidiv Kasrı’na giderken eşim benim güçlü yön duygumu ve görsel hafızamı dikkate almayıp ısrarla kafasının dikine gittiği için kendimizi Yalıköy’de bulmuştuk. Durup oturacak vaktimiz olmadı ama benim çok hoşuma gitti, bir sonraki sefere gidilecek yerler listesine ekledim, size de tavsiye ederim. Özellikle boğaz köylerini seviyorsanız.

18 Kasım 2010 Perşembe

Listeler

Biz kadınlar dergilerde, internet sayfalarında verilen öğütlere uyan nadide yaratıklarız. Dergilerdeki testleri yapar, Google’da yazıyorsa her şeye inanır ve yazılı olarak aldığımız bilgilere göre hayatımızı yeniden düzenleriz. Çoğusu “amma da tavsiye de bulundun, bu mu yani, bunu ebem de biliyor” dedirtecek ve aslında hiçbir çözüm önerisi sunmayan saçma tavsiyeleri okur dururuz. Erkeğinizi elde tutmanın, gargrobunuzu düzenlemenizin, kariyerinizi iyileştirmenin vb. 10-20-40 yolu gibi başlıklar en çok okuduğumuz şeylerin başında gelir. Aralık ya da Ocak aylarında bu tip tavsiye yazılarında mutlaka yeni yıldan ne bekliyorsun listesi veya yapmayı hedeflediğiniz şeyler listesi benzeri bir şey yapmanız tavsiye edilir. Türkler olarak bir işe başlarken iyi ama devam ederken berbat olduğumuz için liste yapan birkaç salaktan biri olarak genelde listeyi yapar ama sonra asla bakmazdım. Aslında ben ajandayı da böyle kullanırım, her yıl ajanda alır, doğum günleri ve özel günleri not eder, önemli işleri hatta 6 ay sonra gidilmesi gereken doktor randevusunu bile yazar ama sonra ajandaya bakmayı unuturum. Bu sebeple bana ajandayı hatırlatmak için ayrı bir küçük ajanda almışlığım bile vardır. Neyse geçenlerde eski listelerimden birini yine eski bir ajandamı karıştırırken buldum. Henüz 6 aylık evli, çocuksuz olduğum günlerde yaptığım bu listedeki major şeyleri bugün başarmış olduğumu görünce hayretlere gark oldum. 5 yıl önce yaptığım listede yeni bir dil öğrenmek, MBA ve doktora yapmak, ev sahibi olmak gibi şeyler var. Bu süre içinde İspanyol’ca öğrendiğim, MBA’imi bitirip doktoramda tez aşamasına geldiğim üstelik bu arada bir çocuk doğurup 3,5 yaşına getirdiğim düşünülecek olursa fena bir iş çıkarmamıştım. Ailemin evinden taşınıp bir ev satın almamız eşimin para kazanması ile olduysa da kaba inşaat durumundaki evin seramiğinden biblosuna, msuluğundan perdesine kadar uğraşarak az emek harcamadığımı da ekledim ve kendime kocaman bir aferin dedim. Gerçi listede kilo vermek gibi şeyler de vardı ve çocuk sahibi olmak maddesi ile çeliştiğini (en azından benim bünyemde) bilmiyordum ve hala başarılamamışlar kısmında duruyor. Nitekim bir bestseller yazma hedefim de halen başarılamamışlar hanesinde. Ancak gerçekten önemli şeyleri yapmıştım. Bu durumda ya listem kolay ulaşılabilir hedeflerden oluşuyordu ya o kadar uzun zaman geçmişti ki hedef koyup azmetmeden bunlar kendiliğinden olmuştu ya da ben gerçekten istediğim şeyleri yapmıştım. Sonuncuya inanmayı tercih ederim. Hemen kağıt kalem alıp yeni bir liste yapmaya karar verdim. Daha öncekinden kalanları da yeni listenin başına koydum. Birinci madde şöyle “Acilen kilo ver!”

Bay J

Radyo dinlemeyi pek sevmem. Sevdiğim iki şarkıyı asla arka arkaya çalmayı başamadıklarını düşünürüm. Kanallar arası zapping konusunda da hem televizyonda hem de radyoda kötüyümdür. Hemen sıkılır ve kesin çözüm olarak kapatırım. Ancak ilk günden beri her yakaladığımda “Allah’ım müzik çalmasın sadece o konuşsun” diyerek programını dinlediğim tek kişi var. O da Bay J. Gerçek adını bile bilmiyorum, sadece prime time’da yani akşam 6-8 arası arabamda isem dinliyorum ama gerçekten hastasıyım. Şimdilerde Virgin Radyo’da program yapıyor. Hatta kanalını değiştirdikten sonra gazeteye röportaj vermeye, reklamlarda oynamaya bile başladı. Ama ben hiç görünmesin sadece radyoda konuşsun istiyorum. Bir önceki yazımdaki erkekler basittir bu yüzden daha mutludur hipotezimi birebir doğrulayan bu adamın yaptığı esprilere bayılıyorum. Çapkınlık muhabbetinden nefret eden biri olmama rağmen, evli ve bir erkek çocuk babası olduğunu bildiğim Bay J çoğu uydurma (en azından öyle sanıyorum) olan çapkınlık muhabbetleri ile beni kıpırdamak bilmeyen İstanbul trafiğinde gülümsetiyor hatta bazen kahkaha atmama sebep oluyor. Çevremdeki araçlardan sıkışık trafikte neden mutlu göründüğümü anlayamayan kişiler ise deli olduğuma kanaat getiriyor olsa gerek. Beyleri sarar mı bilmem ama hanımlara şiddetle tavsiye ediyorum.

Erkek olmak ne güzel!

Erkek olmak gerçekten güzel! Hayatın erkekler için daha basit ve aslında daha yaşanılası olduğunu düşünüyorum. Hayır hayır cinsiyetinden memnunsuz ve ilk fırsatta değiştireceklerden değilim. Ve hayır erkeklerin hayatı kolay derken, feminist söylemlere hazırlanmıyorum. Sadece erkekler biz kadınların istediklerinden daha basit şeyler istiyor, daha basit hayaller kuruyor ve kesinlikle hayatı daha basit yaşıyorlar.
Yani bakıyorum erkek sadece güzel ama çok güzel kadının hayalini kuruyor. Kim ne derse desin Adriana Lima’yı görünce acaba bu kız zeki mi, okumuş mu, esprili mi, iyi yemek yapar mı diye düşünmüyor. Çok güzel olduğu sürece okeydir. Oysa biz kadınlar için bir adamın çok yakışıklı olması bize asla yetmiyor. Kaçımız sadece çok yakışıklı diye bir idiota, cahile ya da hiçbir gelecek vaad etmeyen (mesela çöpçülük yapan) birine tahammül ederdik? Yakışıklı birini elde etsek bile neyi eksikse onu bulup kaşırdık; eğitmeye, daha bir işe girmeye, daha iyi giyinmeye, daha çok kitap okumaya zorlar, sinemaya tiyatroya çekiştirir, patronundan zam istemesini tembihler, gardrobunu gözden geçirir, arkadaşlarını “olabilir”ler ve “hemen ilişkiyi keseceksin”ler elemesine tabi tutardık.
Bir erkek ise çok güzel bir kız yakaladı ise giyinik yerine çıplak olmasını tercih eder, son seyrettiği filmin Recep İvedik olmasını umursamaz ve hatta kariyer hırsının olmamasını tercih eder. Evet erkeklerin başka beklentileri de olduğunu özellikle evlilik söz konusu ise başka şeyler de aradıklarını söyleyebilirsiniz ama bunlar sadece yeterince güzel olmayan kadınlardan bekledikleri şeylerdir. Çok güzelse erkek kadından basit şeyler bekler; onunla yatağa girmesini!
Sonra, hayattan bekledikleri de bir Ferrari sahibi olmaktan ibarettir. Ferrari’si varsa hayatta istediği noktadadır. Bir Ferrari sahibi olmanın bir kadını ancak bir hafta mutlu edebileceğini belirtmeye bilmem gerek var mı?
Arkadaşlardan beklentileri konusunda da kesinlikle erkekler daha şanslı bir hayat yaşarlar. Çünkü az şey bekler, ilişkilerini komplike haline getirmeden arkadaş kalmayı başarırlar. Bizim gibi zırt pırt yakın arkadaşlarına küsmek gibi olayları olmaz. Beraber maç seyredilebilen, içilebilen herkesle arkadaş olabilirler. Arabalar ve futbol sağolsun kendi cinsleri ile konuşacak bir şeyi her daim bulabilirler. Birbirlerini çok nadiren kıskanırlar, kıskandıkları zaman bile bununla baş etmede kadınlardan daha iyi durumdadırlar.
Neredeyse hiçbirinin “bu gün ne giyeceğim” dertleri yoktur. Bizim kuaförde, ağda manikür pedikür salonlarında, mağazalarda ve evdeki gardrobun başında geçirdiğimiz sürelerde rahatça play station’da rekora koşabilirler.
Biz kadınlar hayatı, ilişkileri didik didik ederken, sürekli mutluluğu kovalamak adına mutsuz olurken, komşumuzla hatta çocuğumuzla olan ilişkimizi bile gece yatakta kafamızda evirip çevirirken onların bir golle orgazma ulaşmışcasına mutlu olabilmelerine, trafikte hayalini kurdukları otomobile saygıyla yol vermelerine hayran kalıyorum.
Daha yeni evli olduğumuz günlerde bir gün eşime bir aile meselesi ile ilgili olarak “annen manipülasyon yapmaya çalışıyor” demiştim. O da bana “annem o kelimenin anlamını bile bilmez” dedi. Zekasından asla şüphe etmediğim bir adamın “bir kadının bir şeyi yapabilmesi için onun sözlük anlamını bilmeye hiç ihtiyacı olmadığını” anlamadığını gördüğümden beri erkeklerin dünyadaki en mutlu yaratıklar olduğunu düşünüyorum. Haksız mıyım?

Otomobil

Biri bana erkeklerin araba merakını açıklasın. Ya da en azından benim eşiminkini açıklasınlar o bana yeter. Güzide memleketimdeki yollara, benzin fiyatlarına, arabalara konan kdv ve ötv miktarlarına, aracınızı otoparkta bile itina ile çizen hasta zihniyetli yurttaşlarıma rağmen yılda bir kez düzenlenen Auto Show fuarı hayatımızı alt üst etmeye yetiyor. Fuar biteli hayli oldu ancak bizim evde yankıları hala devam ediyor. Çok sevgili eşim her hafta en az iki otomobil dergisi almakta. Gerçi benim aylık dekorasyon dergilerine yatırdığım para da aynı miktarda ve tek başına bizim ailenin dergicilik sektörünü ayakta tuttuğumuz söylenebilir. Ancak benim dergilerimde en azından her ay başka resimler var, otomobil dergilerinde ise hep aynı arabalar. Yani firmalar bir yılda kaç yeni model çıkarabilir ki her hafta çıkan bir sürü otomobil dergisi mevcut hala anlayabilmiş değilim. Neyse zaten dergiler ile iştahını yıl boyunca kabartmış olan eşim bir de fuara gidince iyice çıldırıyor. Her sene bana da gelmem yönünde baskı yapıyor ki bu en fenası. “Bensiz git güzel manken kızlar vardır rahat rahat bakarsın” diye espriler yaparak durumdan kaçmaya çalışıyorum. Ancak bu sene evdeki arabalardan en az birini değiştirmeyi kafasına koyduğu için daha ısrarcı oldu. Tabi ki gene gitmedim. Çalıştığım zamanlardan kalma bir hastalık gibi fuarlardan nefret ederim. Binlerce metre kare alanın altına döşenen elektrik kabloları, üstüne konan sentetik halılar üzerinde saatlerce adım atmak beni acayip derecede negatif elektrik ile doldurur, bir süre sonra tüm standlar anlamsız, tüm ürünler aynı gelmeye başlar. İzah ettim ve "sen git ben beğendiğin araçlara sonra bayilerde bakarım" dedim. Fakat onun beğendiği birkaç aracı bayilerde görmeye gidip çoğunun henüz gelmediğini görünce başımın etini yedi. “Bak fuara gelmedin, gelsen görecektin” diyip durdu. Son bir aydır evde hangi otomobilin bizim ihtiyacımızı karşılayacağı, hangimizin aracını satmamız gerektiği, ne kadarlık bir araba almamız gerektiği üzerine dönen ve bitmek bilmeyen sohbetlerden bağırarak kaçmak istiyorum. Bana kalsa illa bir şey almak gerekiyorsa çoktan birini seçip almıştım bile. Hatta fikirleri saat başı değişen eşim eğer hemen bir karar verip almazsa gerçekten evden kaçacağım. İmdaaaattt diyerek hem de…

6 Kasım 2010 Cumartesi

Kaybolmamın hikayesi

Aşağıdaki satırları aslında uzun zamandır konuşamadığım bir arkadaşıma neler olduğunu anlatmak için yazmıştım, ama en son yazımı yazdığım 2009 yılı Ocak ayından bu yana neler olduğunu, neden yazamadığımı açıklamak adına, biraz uzun da olsa blog sayfama da koymak istedim. Aslında kimse okumak zorunda hissetmesin, bir arkadaşa yazarken kendimle hesaplaştığım bir mektuba dönüştü. Kayda geçsin kaybolmasın istedim.

Annem 54 yaşındaydı, grip olup yattığını bile hatırlamam. Bir yeri ağrısa ağrıyor demezdi, bana da hep “sürekli sızlanan kadınlardan olma, eşini bunaltma” derdi. Çünkü 27 yaşında 4 kız çocuğu ile dul kalan anneannem hayatını hastalık hastası olarak geçirmiş (ki hala yaşıyor) ve bununla etrafındakileri en çok da annemi bunaltıp “hastayı” lafından tiksindirmişti. Hiçbir ciddi rahatsızlık geçirmeyen eşi, oğlu doktor olmasına rağmen hayatı boyunca sadece 2 elin parmakları kadar doktora gitmiş olan annem 2008 yılında kanser oldu. Aslında hiçbir rahatsızlığı yoktu, ya da farkında değildi. Sadece son 6 aydır bir halsizlik yaşıyor çabuk yoruluyordu. Akşam üstleri bir yarım saat uyumak ihtiyacı oluyordu. Bir de geceleri sanki biri boğazına çöküyormuş gibi bunalıyor uykudan uyanıyordu. Tabi bunları bana söylememişti. ağabeyimin eşi Elif onu sık sık arardı. Birkaç kez onu akşam 5-6 gibi arayıp hep uyurken yakaladığı için “anne sen bu saatte uyumazdın bir doktora git” diye ısrar edince bir zahmet doktora gitmiş. Benim hala haberim yok. Sonra doktor ulturasonla bakarken karaciğerindeki tümörleri görmüş, ardından kolonoskopi yapılmış ve kolon (yani kalın bağırsak) kanseri teşhisi konulmuş. Hem de 4. evre yani son aşama, yani aslında kurtulma şansı yok. Bir hastanın bu evreye kadar hiçbir belirti göstermeden gelmesi çok tuhaf, ya da biz buna kader diyoruz. Bu aşamada bırak kurtulmayı beş yıldan uzun yaşayanların yüzdesi o kadar düşük ki. Ancak ironik olan durum şu ki bu olaydan 2 sene önce amcam kolon kanserinden ölmüştü ve o zaman kendisi de kanser olan bir bayan doktor arkadaşları babama “Ferhat, Nadire ile siz de bir kolonoskopi yaptırın bak ailende de var, hem artık çok yaygın” demişti. Ama ne annem ne de babam gidip bir kolonoskopi yaptırmayı düşünmemişlerdi. Halbuki annemin babası da bağırsak düğümlenmesinden ölmüş (ki bu da bağırsak kanserinin son aşamasında da görülen bir şey). Ama ya tembellikten ya da gene kaderden, yaptırmamışlardı.
Annem telefonda bana doktora gittiğini boğazında nodül olduğunu söyledi, güya test yapmışlar sonuçları bekliyorlarmış. Önemli bir şey değilmiş falan. Ben İstanbul’dayım ya, hala beni telaşlandırmama derdinde. Sonraki gün (ki resmi olarak eğlendiğim son akşamdı) eşimle dışarıda arkadaşlarımızla buluşup Tabu oynadık ve çok eğlendik, sonra babamı aradım ama babam çok tuhaf konuştu hatta konuşmadı neredeyse. Eve dönerken hiç unutmuyorum bir kırmızı ışıkta eşime” içimde kötü bir his var” dedim, “saçmalama iyi şeyler düşün” dedi. Ben de ona çocukluktan beri nedense hep korktuğum şeyi söyledim “annemin kanser olup ölmesi”. Çünkü küçükken annemi çok üzünce bana hep “beni üzme bak rahmimde kitleler var kanser olurum, annesiz kalırsın” derdi. Eşim yine “saçmalama” dedi tabi.
Sonunda bir akşam bir doktora dersimin final sınavına girecekken evi aradım, telefona abim çıktı (ki normalde mecburi hizmetini yaptığı Gümüşhane’de olması gerekirdi). “Ne oluyor” dedim, “annem hasta” dedi, “nesi var çok mu kötü” diye sordum, “evet kötü” diye cevapladı, “hastalığı ne” dedim, “kanser” dedi, “nasıl yani abi annem ölecek mi?” diye sordum cevap vermedi. Telefonu kapattım, sınava girdim ve sonra eve geldim. Sonraki final sınavımı hocayla konuşup ben gelemiyorum isterseniz bırakın beni diyerek uçak biletlerimizi aldığımız gibi Erzurum’a gittik. Annem hala soğukkanlıydı. O aralar iyileşebileceğine inanıyor muydu bilemiyorum. Önce kemoterapi yapılıp karaciğerdeki tümörleri küçültüp sonra mı bağırsaktaki tümörü alsınlar yoksa tam tersini mi yapsınlar konusunda çok çeşitli doktorlardan fikir alındı, fikirler yüzde 50-50 çıkınca annem o ara Amerika’dan yeni dönmüş ve kişi olarak da onda güven hissi yaratan bir cerrahı dinleyip önce ameliyat olmaya karar verdi, üstelikte ne başka ülkeye ne de büyük şehre gitmeden kendi şehrinde yaptırmaya karar verdi. Bunda nasılsa sonuç aynı olacak ne başka yerlerde sürüneyim, ne boşuna gereksiz para harcatayım düşüncesi mi vardı bilemiyorum. Sonuç olarak Ocak ayında başarılı bir ameliyat geçirdi sonra kemoterapi almaya başladı ama onkoloğu olan doktora inanılmaz sinir oldum, başka biri olsa annem daha uzun yaşar mıydı bilemem ama o doktordan da hiç razı değilim. Neyse 8 ay boyunca annem farklı 3 tip kemoretapi ilacı denedi ama hiçbirinden iyi netice alınamadı, giderek kötüleşti. 8 ay boyunca hastane ve doktor ziyaretleri hariç sadece birkaç kez evden dışarı çıkabildi, normal bir hayat süremedi, sürekli yattı çünkü içinde 30’a yakın tümör barındıran karaciğeri onu çok yoruyordu. Yatağında kitap okuyacak, televizyon seyredeck takati bile yoktu. Kemoterapi gördüğünden doktor fazla insan yanına gelmesin demişti, zaten kimseleri (hatta kendi annesini bile) görmek istemiyordu. Koltukta oturmak, evde birkaç adım atmak hatta konuşmak bile onu yoruyordu. Çoğu zaman tek istediği odasında karanlıkta yatmaktı ama uyku da uyuyamıyordu çünkü çok ağrısı vardı. Temmuz ayında kardeşimin nişanı için binbir güçlükle Ankara’ya gitti, bu yolculuk onu çok sarstı, dönünce daha da kötüleşti ve 1 ay sonra 26 Ağustosta vefat etti. Teşhisi ile vefatı arasında sadece 8 ay vardı. İlk başta ameliyatını yapan doktor ona moral vermek için “beş sene yaşayanlar var” demiş, annem de “bana 5 sene yetmez, yapacak işlerim var en azından on yıla ihtiyacım var” demiş. Gel gör ki 8 ay zamanı varmış sadece.
Hastalığı süresince bizim için çok üzücü olan pek şey de vardı tabi. Abim Gümüşhane’de mecburi hizmetteydi ve eşi ile çocuğu da Trabzon’daydı. Hafta sonları evine gitmek yerine Erzurum’a geliyordu. Kardeşim İstanbul’da çalışıyordu ve kısıtlı izni vardı, ameliyattan sonra annemin yanına hiç gelemedi, onu en son nişanında gördü. Sonra da biz ona hep “sen şimdilik gelme, kısıtlı iznin var, zor bir durum olunca iznini kullanırsın” dedik. Düşüncemiz de; “hiçbirimizin gidemediği bir zaman olursa o zaman iznini alır Hayri gider”di. Ama o izni kullanmak ancak cenazeye nasip oldu. Benim de ev borcu ödediği için gece yarılarına kadar çalışan bir eşim, yabancı olduğu ve kaçak durumda olduğu için uçağa bile binemeyen bir yatılı bakıcım ve daha iki yaşına girmemiş bir kızım vardı. Gerçi doktoram da devam ediyordu ama annemin bütün itirazlarına rağmen bahar döneminde okulu dondurdum. Mümkün olduğu kadar kemoterapilerinde yanına gitmeye çalıştım. Bazen gelme dediği halde gittim. Ama kızım çok küçüktü, bakıcısını yanımda götüremiyordum, onu alıp Erzurum’a gitsem kızıma bakmaktan anneme bir faydam dokunmuyordu. Bu yüzden kızımı bakıcı ve babaannesi ile bırakıp yalnız gidiyordum, öyle olunca da 1 haftadan uzun kalamıyordum.
Annem babamın emekli olmasına izin vermedi belki de “ben ölünce canı sıkılır hiç olmazsa işi devam etsin” diye düşündü. Böylece babam gündüzleri işe gitmeye kalan tüm zamanlarda da (hatta ev işine yakın olduğu için öğlen tatillerinde bile) anneme bakmaya devam etti. Babam işte iken de ortanca teyzem annemle ilgileniyordu. Semra teyzemin eşi yok ve oğlu da yurtdışında okuyordu, genç ve sağlıklıydı yani aslında durumu anneme bakmaya müsaitti. Ancak 7. ayın sonunda teyzem de ufaktan mızmızlanmaya başladı. Böyle olunca ben de ev işlerini yapacak ve babam yokken annemin yanında olacak yatılı bir Gürcü kadın buldum. Annem evinde yabancı birini asla istemiyordu o yüzden teyzemin şikayetlerini söylemek zorunda kaldım. Annem buna çok üzüldü. “Anne niye üzülüyorsun, sonuçta kaç aydır sana baktı, yoruldu kadın” dedim ama o acı acı bakıp “kızım ben teyzelerini ve anneanneni hayat boyu maddi manevi sırtımda taşıdım, hele Semra teyzenin kocası yüzünden babanın başına gelenleri, bizim çektiklerimizi düşününce emeklerime fedakarlıklarıma yazıklar olsun, 7 ayda ne oldu hemen, millet yıllarca hasta bakıyor” dedi. Sonrasında da teyzeme söylemese de aslında ona küstü, teyzem eve gelince yüzüne bile bakmadı. Ben de söylediğime çok üzüldüm ama mecbur kalmıştım. Çünkü teyzem geceleri de evine dönüyordu zaten ve bazı geceler babam annemden kan alıp hastaneye acile götürmek zorunda kalıyor onu evde yalnız bırakınca da aklı çıkıyordu. Zaten yatılı ve rahatça iş buyuracağın biri lazımdı, ve zaten teyzem artık bakmak istemiyordu. Ama gene de annemi üzmenin vicdan azabını hala yaşıyorum. Abimin eşi ile ben annem çok kötüleştikten sonra zaten dönüşümlü olarak hep gidiyorduk, bizden kim varsa o annemle ilgileniyor, yatılı kadın da ev işi yapıyordu. Allah o kadından razı olsun, adı Mzia ve hala beni arıyor. Annemin son günlerinde sürekli İncil’ini çıkarıp dua ediyordu ve annem öldüğü zaman o da ağladı. Annemin son haftasında ben oradaydım ama sonra Elif geldi ve “ikimiz birden kalmamızın gereği yok, sen evine git biraz dinlen, eşinle ilgilen ben gitmeden gene gelirsin” dedi. Kızım da bu kez yanımdaydı. Annemi görmek ve bizi almak için eşim de gelmişti. Annemin durumunun ciddi olduğunu biliyordum, böbrekleri de iflas etmeye başlamıştı, üre vücuda karıştıkça zihin de bulanırmış. Annemin de bazen aklı karışıyordu. Babam da bana sürekli her an her şey olabilir diyordu. Ama ne kadar süreceğini bilemiyordum, biraz evime gitmek istedim (ki bunca şey arasında ben kaba inşaat aldığımız evin içini komple yaptırdım ve taşındım). Belki babam öyle söylese bile annemin o ara öleceğine inanmak istemedim. Uçağa gitmek için evden çıkarken annemi öptüm “ben şimdi gidiyorum ama çok kısa süre sonra tekrar geleceğim” dedim. Bana cevap vermedi, zaten pek kendinde değildi, öptüm, tam odasından çıkarken gittim boynundan bir kez daha öptüm. Bunun ne demek olduğunu anlatmam gerek. Ben öpmeyi çok seven bir insanımdır. Öpemediğim, dokunamadığım hayvanları bile sevmem. Çocukken annemi çok öper ve bunaltırdım. Hatta bana “öpme ne çok öpüyorsun şapur şupur, yanak yanağa koyalım” derdi. Annem hastalanınca doktor kemoterapi bağışıklığı zayıflatıyor diye annemle teması yasakladı, doktor olan ağabeyim daha da abarttı, annem maske takmayı kabul etmediği için bize maske takıp yanında oturmamızı söyledi, “annem mikrop kaparsa sizden bilirim” dedi, biz de dediğini yaptık. Annemi sadece ellerinden öpebiliyorduk ve öpme hastası olmama rağmen ben yasağa uydum 8 ay boyunca annemi yüzünden hiç öpmedim. Oysaki boynu “anne” kokardı ve 17 yaşında annesinden ayrılıp başka şehre gitmiş bir kız olarak ben o kokuya hep hasret kalırdım. Yanından ayrıldığım son gün kapıdan çıkarken ne olursa olsun diyip boynundan öpmem, 8 ay sonra buna cesaret etmem de tuhaftı. Babam beni uğurlarken ağladı “tamam kızım sen git ben burada annenin yanındayım” dedi, anneannem “niye gidiyorsun annen çok kötü” diye beni azarladı. Ama kızını ve beni özlemiş uzun zamandır yeni taşındığı evinde yalnız kalan ve bizi eve götürme hevesi ile gelen eşime “ben gelmiyorum” diyemedim, çünkü daha ne kadar kalmam gerektiğini bilmiyordum. Gidip evde işleri rayına koyup 1 hafta sonra gelirim diye düşünüyordum. Gitmenin vicdan azabı ile gittim. İstanbul’a geldikten 2 gün sonra Elif arayıp “annem çok kötüleşti” dedi, ertesi güne bilet alıp kardeşimle gitme planları yaptık. Kardeşimi bir şey için markete yollamıştım, Elif tekrar aradı ve “annem öldü” dedi.
Her şey bulanıklaştı, düşünemez oldum. Düşünebildiğim ilk an düşündüğüm şey bunu kardeşime nasıl söyleyeceğim oldu. Aylardır “sonra gelirsin, biz gidemediğimiz zaman gidersin” diye yollamadığımız ve nişanından beri 1 aydır annemi görmemiş olan kardeşime bunu nasıl söylerim dedim. İstanbul’a döndüğüme pişman oldum. Sonrasında annemle ilgili geçmişte yaptığım ya da yapmadığım pek çok şeye pişman oldum.

Hastalığı sırasında annem bir gün bana “kızım iki senedir artık çocuklarımı büyüttüm, evlendirdim rahata erdim diye düşünüyordum, 22 sene kayınvalideyle sonra da çocuklarla yaşadıktan sonra kocamla baş başa kaldım, akşamları babanla otuyoruz kahkahalarımı alt kat komşuları bile duyuyorlardı, ama Allah izin vermedi” dedi. Buna gerçekten çok üzüldüm hala hatırlayınca dişlerimin dibi sızlıyor. 3 Temmuz evlilik yıldönümleriydi ve annemin hayli kötü olduğu bir araydı, babam anneme çiçek yollamış annem çiçekleri alınca çok ağlamış, teyzem haber verdi ben de telefon açtım, gıkını çıkarmayan kadın ilk kez bana ağladı “Nişan için Ankara’ya gidip geldiğimden beri çok kötüyüm hiç kendime gelemedim, galiba Allah iyileşmemi istemiyor, baban da bana çiçek yollamış, ne yapayım ben bu saatten sonra çiçeği” dedi. Arkasından babamı aradım “2 gün sonra kemoterapi var, ben ise savaşa hazırlanan asker gibiyim, çok fenayım” dedi. Çünkü son zamanlarda kemoterapi ilaçları da anneme dokunuyordu ve onu şoka sokuyordu, bu titreme şokları sırasında kalbinin durma riski oluyordu. Telefonu kapattım, bir bilet aldım ve onlara sürpriz yaptım. Annem beni görünce tüm hastalığı boyunca yanımda hiç ağlamamış o metanetli kadın ikinci kez ağladı. Benim habersiz gitmemi, durumunun ciddiyetine yordu herhalde ya da zaten çok kırılgan haldeydi. Yine de gitmem onu da babamı da sevindirdi. Tüm o sekiz ay içinde yaptığım için memnun olduğum ve iyi ki yapmışım dediğim tek şey bu.


Sezen Aksu insan acı çekerek güzelleşir demişti, ben de bunu insan gerçek acılar yaşarsa olgunlaşır hayatın nirvanasına erer gibi anlamıştım. Ancak evlat acısı, eş acısı, ciddi maddi sıkıntılar gibi şeylere varmadan bir ebeveynin ölümü ile, ben güzelleşmekten, olgunlaşmaktan çok uzak bir yere savruldum. Annemin cansız bedenini yıkadıklarında ona veda etmek için gusulhaneye girdiğim ve onu kefenden açık kalan tek yeri olan kaşlarının ortasından öptüğüm günden sonra kayboldum. “Merhumeyi erkek evlatları toprağa indirsin” dediklerinde görev bilinci ile annemi kucaklayıp mezara koyan erkek kardeşlerimin halini gördükten sonra kayboldum. Evet yaşadım, hatta annesi genç yaşta ölmüş birinden beklenmeyecek kadar dirayetli davrandım, “annem öldü depresyondayım” diye odalara kapanmadım, eşime ve çocuğuma karşı olan tüm sorumluluklarımı yerine getirdim, evimle ilgilendim, yemeğimi yaptım, kızıma baktım. Hatta oturup anneme ağlayacak vaktim bile pek kalmadı. Ama o acı içimde bir yerlere çöreklendi. Geçenlerde eşim bana “sen eskiden daha hayat doluydun” dedi. Evet öyleydim galiba. Ben komik bir kızdım, arabada dans eden, kızına yemek yesin diye tahta kaşıklarla Silifke oynayan, komik şakalar, sürpriz partiler planlayan ve kahkaha atan biriydim. Kızım doğunca bunları yapacak hevesim vardı ama enerjim azalmıştı, şimdi ise ikisi de yok. Tekrar kendime gelmeye çalışıyorum. Ama gerçekten sevdiği biri ölmemiş hiç kimse beni anlayamaz. Bu biraz da benim durumumla alakalı. Çünkü annem için güzel bir hayat yaşadı, yaşlandı ve herkesin gideceği yere gitti diyemiyorum. O hem çok sağlıklı hem de genç sayılabilecek bir kadındı. Yaşamının büyük kısmında pek çok sıkıntıya göğüs gerdi, pek çok fedakarlık yaptı ve pek çok şey içinde ukde kaldı. Hep yarın için yaşadı, hep daha rahat günler için sabretti ve tam onlara ulaşmışken hayatını kaybetti. Üstelik öleceğini bilerek 8 ay geçirdi ki asıl beni öldüren düşünce bu. Kimseyi görmek, konuşmak istemiyordu, onca acı verici tedaviye de sadece biz onu iyileşebilirsin diye kandırırken kanmış numarası yapmak için katlandı. 5 ay kadar önce tansiyon ataklarım ilk başladığında bir sürü tahlil yaptırmak zorunda kaldım, kolumda çok zor damar buldukları, bulana kadar da beni delik deşik ettikleri için bu sefer elimden kan almalarına ses çıkarmadım. Ama o kadar canım yandı ki, sonra hastanenin tuvaletine girip uzun zaman ağladım. Çünkü annemi düşündüm, ona tonlarca iğne soktular, kolları mosmor olmuştu ve neredeyse gıkını bile çıkarmadı. Onun ne kadar fiziksel acı çektiğini ve sırf bizleri üzmemek için katlandığını düşündükçe daha çok ağladım ama ne kapıda beni bekleyen kayınvalideme ne de hemşireye gerçekte niye bu kadar çok ağladığımı anlatmadım.
Şimdi babam evlenmek istiyor. Üstelik bu kararını bana annemim seney-i devriyesi mevlüdünü yaptığımız gece, onun mezarından sadece 2 km uzakta iken söyledi. Annem için o kadar ağlayan adamın bu kadar kısa sürede bunu istemesini anlayamıyorum. Annemin adına olmasına rağmen bir kez direksiyonuna geçmediği arabanın ön koltuğuna bir başka kadını eşim diye oturtmayı düşünmesine, başlarda parası sonra zamanı olmadığı için annemle bir türlü gitmediği tatillere bir başka kadınla gitme ihtimaline, annemin yıllarca yaşlanınca rahat edelim diye tasarruf yaparak babamı sahibi yaptığı mülklerinin keyfini bir başka kadının sürmesine ve hepsinden öte bunu normal karşılamamızı beklemesine hayret ediyorum. 3 kardeş olarak hepimiz evimizde babama oda hazırladık, benim evimde de abimin evinde de yatağı, dolabı, çalışma masası ile kurulu yatak odası var, hayatımız boyunca ona bakacağımızı söyledik, istediğin gibi gez toz, dünya turlarına çık, paranı harca dedik. Ama o ille de bir eş istiyor. İçim kaldırmasa da ben izin verdim, sen bilirsin dedim ama ağabeyim kabul edemiyor hala ben de yıldızlara bakıp "acaba hayat orada da bu kadar zor mu?" diye soruyorum.