21 Aralık 2008 Pazar

Bu Aralar Beğendiklerim

İnternette spesifik bir şey aradığımda bazen saatlerce kaybolduğumdan hatta sonunda ne aradığımı unutup bambaşka sayfalara baktığımdan daha önce de bahsetmiştim. Ama bazen de tersi oluyor aslında bana lazım olan bazı şeyleri alakasız sayfalarda dolaşırken buluyorum. Özellikle blogları okurken, başkalarının kendi sayfalarındaki favorilerinden çok güzel sitelere ulaşabiliyorum. İşte bu yüzden ben de kendi sayfamda ara ara beğendiğim sitelerden bahsetmeye karar verdim. Kimileri zaten bunları biliyor olabilir ama belki benim gibi geç keşfedenler için faydalı olabilir.

1.Portakal ağacı (http://www.portakalagaci.com/) çok güzel bir yemek sitesi, aslında başka içerikleri de var ama blog tarzında yazıldığı için biraz sırasız sunulsa da sayfanın sağındaki katagorileri kullanıp hem çok değişik hem de lezzetli yemek tariflerine ulaşabilirsiniz. En güzeli de sayfayı yapan kişi yaptığı her yemeğin şahane fotoğraflarını koyuyor (bunda profesyonel anlamda işinin de bu olmasının bir etkisi var tabi). Çerkez yemekleri arayanlar burada benim daha önce adını bile duymadığım tarifleri bulabilirler. Ben en son ev pidesini denedim gerçekten çok kolay ve güzel oldu.

2.Begenmezsen Okuma (http://www.begenmezsenokuma.blogspot.com/) 40 yaş üstü bankacı bir hanımın, tasarruf, yatırım ve ev ekonomisi konulu bloğu. Bireysel emeklilik, yatırım fonları, nasıl para biriktirmeli, evde tasarruf yöntemleri gibi konularda bilgi edinip, biraz pintileşmek için ilham alabilirsiniz.Ekonomik krizin olduğu şu günlerde bence teması harika, çok tutumlu biri olmasam da her okuyuşumda etkisi bir süre devam ediyor J

3(http://www.look4design.co.uk/) Bu sitede dekorasyon üzerine çok güzel resimler var. Her ne kadar ben yıllardır evimde bir minderi yerinden bile oynatmasam da bu aralar gelecekteki yeni evim için kafayı dekorasyona sarmış durumdayım.

4.( www.bunlardanistiyorum.com/) Değişik hediyelikler bulmak için ideal bir site, bakın karar verin.

5. http://www.style-files.com/ yine dekorasyon ama ilginç fikirler var, duvara yapışan christmas tree fikrine ve yastığa geçirilen kemere bayıldım.


Bu arada beğendiklerim başlığı altına yine kitap ve film değerlendirmelerimi de ekleyeyim:
Maeve Binchy’nin “Bu Yıl Farklı Olacak” kitabını okudum en son, ama ne yalan söyleyeyim kadının ben de tüm kitapları var ve diğerleri ile kıyaslayınca bunu o kadar sevmedim belki de christmas temalı kısa öykülerden oluştuğu içindir. Uzun romanlarda daha başarılı bence.
Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” kitabını aldım, ama eşim benden önce kaptı henüz okuyamadım. Söylediğine göre güzelmiş.
Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Menu”sunu da almıştım, henüz bitirmedim ama dizisinin önüne geçeyim diye aldığım kitapta dizi ile hayli farklı olduğunu gördüm, amaca hizmet etmedi. Genelde kitaplar dizilerden ya da filmlerden daha iyi olur ama bu sefer dizi daha cazip geldi. Daha çok entrika, daha fazla karakter olduğundan mı, yoksa Beren Saat’in güzelliği ve harika kıyafetleri beni çarptığından mı bilinmez, kitapta yavaş kaldım henüz bitmedi, gerçi yarıyı geçtim ama bakalım ne zaman biter.
Arielle Dombasle’nin “Amor Amor” albümünü aldım, bildiğim ve bilmediğim ama hepsi ruhumu okşayan şahane parçalar var, bayılarak dinliyorum.
Pek çok arkadaşım arabesk buluyor ve eşim de sevmiyor ama acaba Ebru Gündeş’i de alsam mı diye düşündüğümü itiraf ediyorum. Kadının sesini fazla kalın bulsam da bu sefer parça seçimleri güzel gibi geldi. Bu ne karışık müzik zevki demeyin, hüzünlü aşk şarkıları bu mevsimde süper gidiyor ne de olsa.

18 Aralık 2008 Perşembe

İşsizlere Acımayın


Başlığım size acımasızca gelebilir, ama okuyun siz karar verin. Herşeyden önce sözüm gerçekten iş arayan ve mesleği ile ilgili bir iş bulamayanlara değil. Ya da dört yıllık üniveriste okuyup, üstüne master yapıp bir de aile geçindirme derdi olanlara 1000 ytl maaş teklif edildiğinde işi kabul etmek istemeyenlere bile kızmam, çünkü haklılar. Benim kızdıklarım vasıfsız olan, aslında çalışmaya ihtiyacı olan, para kazanmak isteyen ama bunun için çalışmak istemeyenler. Öylesi de mi var demeyin, bu konuda bir dokun bin ah işit durumundayız.
Eşimin kendi ofisi var, tek başına çalışıyor ve bu ofiste ona sekreterlik, asistanlık yapacak, ofisi çekip çevirecek birine ihtiyacımız var. Üstelik neredeyse hiç bir vasıfa ihtiyaç yok, tabi akıl ve çalışma isteği haricinde. Sektere olacak arkadaşın, işimiz gereği yazın bir ay tatili, şubat tatilinde bir hafta tatili var, Haziran ve Ağustos’ta da oldukça az çalışıyoruz ve bu kadar tatile rağmen maaşını tıkır tıkır alıyor. Yoğun olan günler Cumartesi Pazar (izin günü Pazartesi), diğer haftaiçi günlerde de bazen 2, bazen 3 gibi ofisi açıp akşam sekizde de çıkması gerekiyor. Ofiste kıyafet zorunluğu yok (çalışıyorum diye gardrop düzme derdi yok), o anda işi yoksa kitap okumak, internete girmek serbest, mutfak elinin altında sıcak soğuk içecekler, tostlar ne isterse alıp yiyebilir. Ofiste ücra bir semtte değil Etiler’de. Müşterilerimiz öğrenci olduğu için ortam neşeli ve sıcak, ofis dekorasyonu bile neşeli. Lise mezunu (hatta akıllı ise ortaokul mezunu bile olur), aile geçindirmeyen ama paraya ihtiyacı olan, bir genç kız ya da açıköğretim öğrencisi gibi biri için süper bir iş olduğunu düşünüyorum. Eğitimine göre de 750 ile 900 arası da bir maaş teklif ediyorum, ssk da tıkır tıkır ödeniyor. Yani daha ne olsun diye düşünüyorum. (Master’lı kardeşim bir bankanın muhasebe departmanında 2 yıldır çalışıyor ve onun maaşı bile 1200, üstelik ücretsiz fazla mesaileri de cabası)
Gel gör ki bu ofiste çalışacak birini bulamıyoruz. Bir yıl idare ettiğimiz ortaokul mezunu ve sünger, kolonya yazmayı bile beceremeyen (sünğer, kolon yağı yazıyor), insanların isimlerini bile yanlış yazan hatta ayıptır söylemesi ama ter kokan eski sekreterimizi daha iyisini buluruz diye işten çıkartmış ama 4-5 kişi deneyip “Allahım ne kadar dengesiz insan var” diyerek sonunda geri çağırmıştık. Akıllı değil ama dürüst diyerek geri çağırdığımız bizim eski sekreterin, geri gelince (bu arada evlenmiş) dürüstlüğünü de kaybetmiş, daha da tembelleşmiş olduğunu görünce yine sabrettik bir süre ama artık sabır taşı çatladı. Birkaç örnek vereyim siz de anlayın:
-Ofiste boş bir poşet söylenmezse 3 hafta aynı yerde durabiliyor, kaldırılmıyor
-Telefonla arayan kişiler bile doğru düzgün not alınmıyor
-En yoğun gün olduğumuz günlerde sabah bir kalkıyoruz bir mesaj: hastayım işe gelemeyeceğim. Üstelik neredeyse 2 haftada bir oluyor.
-Işığı yanan bir odanın lambası kapanmıyor, dış kapının bile açık unutulduğu oluyor vs.
-En kötüsü ise sürekli yalan söylüyor: temizlikçinin gelmediği bir gün gelip erken gitti parasını ben verdim diye temizlik parasını cebe indirmesi, yapması söylenen işleri yaptım ama olmadı diye sallaması gibi. Üstelik bunlar ortaya çıkınca bile pişkinliği bozmayıp yalanı uzatması da cabası.
Daha milyon tane aklınıza sığmayacak olayı var, yaz yaz bitmez. Bir de üstüne hamileyiim demez mi (ki işe girerken en az 3 yıl çocuk yapmam diyordu). Hadi bizim işi bırak, kendi açısından bile kocası 600 ytl maaş alan, daha evleneli bir yıl olmayan ve yaşı da 21 olan biri için, 400 ytl de kira verirken çocuk yapmak ne kadar mantıklı bilemiyorum.
Biz de haliyle yeniden sekreter aramaya koyulduk tabi. Önce etrafta ne kadar dükkan varsa hepsine girip işe ihtiyacı olan tanıdıkları olabilir diye telefonumu bıraktım, kapıcıya falan da söyledim. Sadece bir kişi aradı ve görüşmeye geldi. Biz aslında beğendik ama evi uzakmış düşüneyim sizi ararım dedi, bir daha aramadı. Baktım bu böyle olmayacak, Hürriyet’in İK ekine Pazar günü, kutu içinde, küçük sayılmayacak bir ilan verdim ve memlekette işsizlik, kriz var denirken kaç kişi aradı tahmin edin. Sadece 15! Üstelik ilanda bağlayıcı tek koşul olarak sadece 18-30 yaş arası ve lise mezunu birini aradığımızı yazmıştık. 35 yaş üstü olanları eleyip 8 kişiye randevu verdim ve kaçı görüşmeye geldi? Sadece 2! Gelenlerden bir tanesi de görüşmeye yarım saat geç kaldı (bir de otobüs geç geldi ama başka zaman geç kalmam dedi, gel de inan!).
Şimdi düşünüyorum ya insanlar iş aramayı bilmiyor, ya iş aramadan işsizim diye ağlıyor ya da memlekette işsizlik sorunu yok (en azından vasıfsız bayanlar açısından). Üstelik bizimki tek örnek değil. Evine çocuk bakıcısı, temizlikçi arayıp bulmayan arkadaşlarımdan da biliyorum. Geçenlerde Pakize Suda da yazdı: “Türkler çalışmak istemiyor, yabancılara rağbet ondan” diye. Haklı valla. Yani sekreterlik için Türkçe konuşması mecbur olmasa bir de yatacak yer problemi olmasa sekreteri bile yurtdışından ithal edeceğim (tıpkı bizim çocuk bakıcısını yaptığımız gibi).
Anneannemin “fakir fakir olmaz akıllı olsa” diye bir lafı var. Şimdi anlıyorum. Benim eşim de yokluk içinde büyümüş, sıkıntıyla okumuş biri ama bugün Boğaziçi Üniversitesi mezunu kendi işi olan bir adam ise gençlik yıllarında az paraya sebat edip, kendini göstermek için deli gibi çalışmasının büyük payı var. Hala da ya birgün işim olmazsa korkusu taşıyor. Ben refah içinde büyümeme rağmen, üniversite yıllarında tek başıma yaşarken babamdan fazla harçlık istememek, istediğim bazı şeyleri kendi paramla almak için anketörlük, telefonla pazarlama, promosyon dağıtımı bile yapmışlığım var (ki babam hala bunları bilmez). Yine mezun olunca iş bulana kadar sabhlara kadar üç kuruşa çeviri yapardım. Mezun olunca girdiğim eğitim danışmanlık firmasında, Boğaziçi mezunuyum triplerine girmeden fotokopi çekmek, asistanlık yapmak hatta müşterilere çay kahve yapmaya kadar her türlü ayak işini yapmışlığım var. Hatta son işimde ihracat uzmanı olarak çalışırken, siparişin çıkışı yetişsin diye depoda ambalaja yardım eder, minicik cüssemle (o zamanlar 52 kiloydum) koli taşımışlığım bile var. İşine saygısı olmayan, işini iyi yapmayan, çalışmak istemeyene ne burda ne de işsizliğin olmadığı ülkelerde iş yok.
İşte bu yüzden artık işsizim diyene acımıyorum, siz de acımayın emin olun iş var ama çalışan yok!

16 Aralık 2008 Salı

Issız Adam


En kötü huylarımdan biri, en sıkışık zamanlara başka işler sıkıştırmam, durumu kendim için daha da zora sokmamdır. 30 sayfalık bir odev verip sunumunu yapacağım, eşimin ofisi için görüşmelerimin olduğu bir haftaya, bir de bir arkadaşıma, gösterimden kalkmak üzere olan Issız Adam filmine beraber gitme sözü verdim. Söz verince kolayca cayabilen tiplerden olmadığım için de, sabah 11.15 seansı gibi benim için abuk bir saatte sinemaya gittik (ki gece 5’de yatmıştım). Neyse görmesem, vizyondan kalksa pişman olurdum o bakımdan iyi oldu. Ama tabi filme gidince film hakkında yazmak da bana farz oldu!
Birçok kişi filmden ağlayarak çıktığını yazmış, özellikle de erkek karakter Alper için ağladıklarını söylemişlerdi. Beraber gittiğim kız arkdaşım da onlardan biri oldu ve filmden ağlayarak çıktı. Ben ise “beter olsun lavuk” diyerek... Sebebine gelince tabi ki anlatacağım.
Filmin konusuna girmeyeceğim, izleyenler bilirler, izlemeyenlere de ayıp olmasın. Öncelikle filmin izleyici kitlesi ile ilgili bir tespitim var. Filme giden kadınları üçe ayırabiliriz. Birinci grup benim hala şanslı mı şanssız mı olduklarına karar veremediğim, ilk flörtleri ile evlenen veya gerçek bir ilişkiyi sadece eşleri ile yaşamış olanlar. İkinci grup daha önce başka ilişkileri olmuş ama sonunda evlenmiş ve mutlu kadınlar, üçüncü grup ise filmdeki gibi ilişkileri yaşamış, terkedilmiş ve filmdeki gibi adamlar yüzünden hala mutluluğu yakalayamamış kadınlar (ki şu an evli ya da bekar olmaları fark etmez).
Sanırım filme ağlayanlar birinci ve üçüncü gruptakiler. Birinci grup nedense adama acıyıp, durumu dramatik bulanlar. Üçüncü grup ise adamdan ziyade kendine ağlayanlar, acaba beni terk eden adam da arkamdan böyle üzüldü mü diyenler. İkinci gruptakiler ise yani benim gibiler ağlasak ağlasak ancak kıza ağlarız, ki bence onun da ağlanacak durumu düzelmiş, artık gerek yok. Adam içinse tek söyleyeceğim “beter olsun, hatta bence sonunda siroz falan olmalıydı” demek.
Çağan Irmak’ın hikayesi çok bilindik bir metropolitan ilişki hikayesi, sadece daha önce kimse ilişkileri anlatırken bu kadar dürüst olmadığından (en azından erkekler açısından) çarpıcı gelen bir hikaye. Ve bence filmin adı adama acıyan şekilde “Issız Adam” değil “Alçak Adam” olmalıydı.
Bağlanma korkusu sadece erkeklere has değil, bilmeliler ki kadınlar da bağlanmatan korkuyor. Biri ile evlenin ya da ilişkiye girin farketmez, anlamı şudur ki: “ben sana, başka sevgili, başka aşk ihtimallerinden, hatta daha iyi olma ihtimallerinden bile vazgeçecek kadar değer veriyorum”. Bu bir fedakarlıktır, hele de gençseniz daha da büyük bir fedakarlıktır, çünkü gerçekten daha iyi, daha harika sevgililer bulma şansınız gerçektir, varsayım değildir. Buna rağmen birini sevmek ve o sevgiye sahip çıkmak da cesaret isteyen bir şeydir. Ve bu konuda kadınlar erkeklerden daha cesurdur.
Sonuç olarak filmi izleyin mutlaka, ama ağlarım diye gitmeyin, seyrettikten sonra ağlayıp ağlamayacağınız zaten sizin hikayenize bağlı olacaktır, boşuna mendil almak için erken davranmayın.

12 Aralık 2008 Cuma

Yılbaşı Hazırlıkları ve Çelişkiler

Yılbaşı yaklaşıyor ve benim içsel çelişkilerim artıyor. Her sene birden fazla soru kafamı kurcalıyor. Öncelikle Müslüman’ım, dinimden de memnunum. Ama seremoni sevdiğimden midir nedir bilemiyorum, başka dinlere ait özel günler de çok hoşuma gidiyor. Tahmin edeceğiniz gibi birinci sırada da noel geliyor, gerçi paskalya, şükran günü gibi günleri de severim ama onları kutlamaya yeltenmem de noel zamanı pek çekici gelir. Bunda da seyrettiğimiz Amerikan filmlerinin, caddelerimizi dolduran yabancı kaynaklı mağazaların büyük payı var sanırım. Gerçi biz noel haftasını değil sadece yılbaşı gecesini biliyoruz ama aslında yurtdışında olduğu gibi İstanbul’da da yılbaşından önce noel haftasında caddeler ışıklandırılmış, mağazalar süslenmiş, alışveriş çılgınlığı tetiklenmiş oluyor. Bize ait olmasa da hatta bir yanım bir Müslüman olarak kutlamamın abesle iştigal olduğunu söylese de yabancıların noel seremonilerini itiraf ediyorum ki seviyorum. Çünkü noel, hediye vermeyi, evi süslemeyi, parti vermeyi, güzel sofralar hazırlamayı içeriyor ve bunlar da benim gibi bir terazi burcu kadını için estetik duygumu gıdıklayan şeyler. Rengarenk süslenmiş bir yılbaşı ağacına bakmaktan hoşlanmayan, hediye almayı ve vermeyi sevmeyen, güzel bir sofrada yemek yemeği ve eğlenmeyi istemeyen var mı bilmem ama bunlar benim için çok cazip. Her sene bu kutlama bana ait değil düşüncesi ve yılbaşını sevme suçluluğu ile kutlama isteği arasında yaşadığım çelişkilerin bu sene de vakti geldi. Geçen sene iki çift arkadaşımızı çağırıp, bir dolu yemek yapıp, hediyeler alıp, sofrayı ve evi süsleyip gecenin ilerleyen saatleri için XL Tabu oyunumu hazır etmiştim. Gerçi gece pek hayallerimdeki gibi olmadı, bir çift bankacıydı ve o gün çalışıyorlardı, bayan arkadaşım işten geç çıkınca kocası ondan evvel gelip duruma sıkılınca, biraz gerildiler, diğer çift zaten geç geldi ve yemek yemedi, üstelik bizim yatağımızda uyuyan çocuklarına bakma işi olduğundan anne olan sürekli yatakodası ve salon arası mekik dokumak zorunda kaldı. Kimse doğru düzgün içki içmedi, herkes erken kalktığı için erkenden uykuları geldi. Zaten geç gelen çift erken ayrıldı. Kalan gergin çiftimiz biraz rahatladı ama onlarla da başladığımız oyun çok sürmedi. Kısacası fiyasko değilse de hayallerimin eğlenceli gecesi değildi. Yemekler, süsler, hediyeler için plan, eylem ve ertesi gün temizliğini de düşününce geçen yıl bir daha bunu yapmayacağım dedirtmişti. Ancak yaklaşan yılbaşı yine beni düşündürmeye başladı. Çünkü bir içsel çelişki de yılbaşında ne yapılacağı konusunda yaşanıyor. Dışarı çıkmak kendi paranla rezil olmak demek, yemekler kötü, servis berbat, her yer kalabalık ve de aslında eğlence zoraki oluyor. Üstelik kızımı evde bakıcısı ile bıraksam ikisini de terk etmişim gibi suçluluk duyuyorum. Ayrıca araba kullanacaksan içki içemiyor, yok içerim ama taksiye binerim dersen ya taksi bulamıyor ya da sermayeyi kediye yükler gibi gece tarifesinden hayli göçüyorsun (hele de en iyi mekanlar karşıda deyip Avrupa yakasına gidersen daha da fena). Çevremde benim gibi ev partisi veren ve bizi de davet eden yok, hanımlar yorulmak istemiyorlar ne de olsa. Eeee ne yapacağız, hiçbir şey yapmadan evde oturmak da bana çok acıklı geliyor. Daha önce onu da denemişliğim var ama sonradan birşey yapmamaktan da pişman olmuştum. Bu durumda kutlama konusunda, çelişkime rağmen kutlamayı seçeceğime ve dışarı da çıkmayacağıma göre geriye ne yapmalı ve kiminle yapmalı soruları kalıyor. Bu da ayrı bir çelişki, çünkü ev partisi düzenlemek tam bir sanat. Gelecek olanların birbirini sevip anlaşması, kişi sayısının ve kadın erkek sayısının eşitliği, muhabetti baymayanı bulmak, içki içen ama sarhoş olup ortamı bozmayanını seçmek, eğlence anlayışlarını tutturmak hayli zor. Buna uyku saatleri olan küçük çocuk ve bebekleri, bakıcıları, gelenlerin eve dönme problemlerini (uzaklık, içki problemi vs), yemek seçmeleri gibi sorunsalları da katınca herşey zorlaşıyor. Sonuçta ben o kadar yorulup uğraştıktan sonra herkes yemeklerimi yesin, soframı övsün, hazırladığım içkileri içsin, hediyelerimi beğensin, oyun oynamaya burun kıvırmasın, eşiyle kavga etmesin kısaca eğlensin istiyorum. Bunlar bencilce istekler olabilir sonuçta kendim eğlenmek için onlar da eğlensin istiyorum ama bunu haketmek için de yorulmaya razı geliyorum, o halde bencillik sayılmaz diye düşünüyorum. Önümüzdeki günlerde de çelişkilerimle başbaşa, bu sorunlu noktaları düşünüyor ve plan yapıyor olacağım, hadi bakalım hayırlısı.

Geçmiş Bayram Üzerine

Köşe yazarlarına öykünüp bayram zamanı eski bayramlar ya da kesilen kurbanlarla ilgili bir yazı yazmak vardı...Ama ben yaşamak yerine yazanlardan olmamak adına bayram boyunca laptopumu açmadım. Öyle olunca da yazım geçmiş bayram üzerine olacak haliyle. Anlatacağım şey de bayramda ne yaptığım. Aslında bayramları, hatta klişe haline gelen “büyüklerin çocukluk bayramları”nı çok severim. Ne zaman nostalji yapsam babamın “nostalji yaşlılık belirtisidir” lafını hatırladığımdan artık modern dünyanın günümüz koşullarında olabilecek en iyi bayramı geçirmeye çalışıyorum. Bayram öncesi evimi temizledim, çikolatalar (hem eve hem götürmek üzere) aldım, yemeklerimi hazırlayıp dolabıma koydum hatta zeytinyağlı dolma bile sardım (ki bu daha da bir yaşlanma belirtisi olsa gerek). Kızımın ve bakıcımız Halide’nin bayramlığını almayı, kendime de yeni sayılacaklardan bir bayram giysisi kombinlemeyi unutmadım. Eşim çok çalıştığı ve kısıtlı tatil imkanlarından biri olduğu için çalışmayacağı toplam üç gün için bir program yaptık. Birinci günü tamamen aileye aitti (ki bu kayınvalidem, görümcem, kayınbiraderim ve eşimin en sevdiği amcasını içeriyor). Genelde Ramazan bayramını burada, kurban bayramını ise Erzurum’da yaşayan benim ailemin yanında geçirdik. Ama bu sene abimin 6 yaşındaki kızı ile benim 20 aylık kızımın birlikteliğinin bize huzur vermeyeceğine kanaat getirdiğimizden, her gün misafirlerle dolup taşan, kurban kesmenin (genelde milka ineği büyüklüğünde bir şey oluyor) ve dağıtmanın ciddi bir seremoni olduğu baba evine sadece 3 gün için gidip orada da çocuklarla bir kabus yaşamak istemedik. Biz de kurban keseceğimizden diğer bayramlarda kahvaltıya gittiğimiz kayınvalideme bu sefer öğlen gitme kararı aldık. İlk defa erken kalkıp bayram namazına bile yetişen eşim dönünce mükellef bir sofrada hep birlikte kahvaltı ettik, aile büyüklerimizi arayıp bayramlaştık, bayram harçlığı, süslenme falan derken sonra eşim gidip kurbanımızı kesti. O arada ben de arkadaşlarımı aradım, çoğusuna da mesaj attım ama öyle genel ve saçma bir mesaj yerine hepsine ayrı ayrı mesaj yazdım. Sonra eşimin getirdiği etleri parçalayıp poşetledik. Sonra da kayınvalideme gittik. Bu sene yemekden ziyade bir çay sofrası olmasını kararlaştırmıştık, bu sebeple ben de arife gününden iki tepsi poğaça yapmıştım. Kayınvalidem dayanamayıp yemek de pişirse de hepimiz kısır, zeytinyağlı dolma, karışık kızartma gibi yiyeceklerle doyduk. Kızım da sofra zamanı öğlen uykusunu uyuduğundan mükemmel oldu, o uyanınca da tatlılarımızı yemeğe dışarı gittik. Akşama da eşimin amcasına davetliydik, orada başka akrabalar da vardı. Akşamı kızımın uyku saatine göre sonlandırıp evimize geldik. İkinci ve üçüncü günlerde de sevdiğimiz arkadaşlarla program yaptık, dışarıda buluştuk. Erenköy Play Barn, biz ve çocuklu diğer arkadaşlarımız için, biz sohbet ederken çocukların rahat rahat yayıldığı ve ablalar ile oyun oynadığı bir yer olarak kurtarıcımız oldu. Kapalı bir mekanda gezip, yiyip içip sohbet etmek içinse Palladium’a gittik. Üç gün su gibi akıp geçti. Her gün bir sürü insan gören, mekan değiştiren kızım da yorulmuş olsa gerek ki geceleri deliksiz uyudu. Her ne kadar annem, babam, abim, eşi ve yeğenimi görememenin burukluğu olsa da kısıtlı zamanımızı hem bayramı bayram yapan şeyleri yaparak hem de gönlümüzden geçtiği gibi arkadaşlarla buluşarak en iyi şekilde değerlendirdiğimizi düşünüyorum. Herkesin de güzel bir bayram geçirmiş olmasını diliyorum, her ne kadar geçmiş olsa da....

3 Aralık 2008 Çarşamba

Ballandırmak

Güzel bir başlık gibi gelebilir size bu. Ama aslında bana güzel gelmeyen birşeyden bahsedeceğim. Hayatını ballandırarak anlatanlara gıcığım var, yani kıskanıyorum diyeceğim ama inanmıyorum ki kıskanayım. Başta bazı köşe yazarları, sonra bazı blog yazarları, televizyonda program sunan tipler, hatta günlük hayatta karşı komşunuz bile oluyor bu. Halinden memnun olmak kötü bir şey mi diyeceksiniz. Tabi değil ama bana yapay geliyor. Yani kişinin kendine bir tipleme çizmesi ve anlattıklarını hep o çerçeveye sığdırmaya çalışması gerçekçi değil sanki. Söz gelimi Ayşe Arman, bir anlatıyor sevgilisi ile aşkını sanki Angelina Jolie, Brad Pitt ile evlenmiş (ki onların ki bile mükemmel değil). Sonuçta kel kafalı bir adam, sen seviyor olabilirsin ama bizim gözümüze sokmana ne gerek var J Üstelik aynı adamı, iyi bir şirkette üst düzey yönetici olmasa, ona Dubai’de bu hayatı sunmasa ve de hepsinden önemlisi onu sosyeteye sokup hem statüsüne hem de röportaj dosyasına katkıda bulunmuş olmasa sever mi ya da bu kadar ballandırır mı bilmem.
Sonra annelik sitesi sahibi biri var ayrıca garipsiyorum. Annelik üzerinden kendine ekmek kapısı açmış, iyi güzel ama sanırsın bir o anne. Yazılarında da bir dili var, şöyle yapmalıyız, böyle etmeliyiz diye, insan sanıyor ki ben dünyanın en kötü annesiyim böyle olamıyorum ya da bu kadın mükemmel anne.
Yine televizyonda bir el becerisi programı var, ki ilk başlarda ben de seyrediyor ve biraz zevk alıyordum ama gittikçe dozu kaçtı, “hiçbirşeyi atmayalım, herşeyden bir şey üretelim” teranesi mutlu ev kadını ballandırmasının dozunu kaçırdı, millet gösterilenleri yapmak için ekstra masraf eder oldu.
Yine bir komşum, havuzlu, fitness center’lı bir sitede bahçe dubleksi alıp taşınan bir başka komşumuzun evine binbir türlü kusur bulurken, daha mütevazi bir sitede yatırımlık aldığı 2+1 daireyi bir ballandırıyor ki sormayın, insan diyor ki “bahçe dubleksi de neymiş ne salaklık!”
Bir başka tanıdığım ise gittiği doktordan, aldığı makarna markasına kadar herşeyinin azimli bir savunucusu. Kendinizi kaptırısanız bir üst sınıf arabanızı satıp onun bir alt sınıf arabasının aynını almak isteyebilirsiniz, çünkü o kadar şahane ki!
Hele bir arkadaşım aşırı kiloları yüzünden gittiği diyetisyeni ile arasındaki diyaloğu anlattı, artık koptum. Diyetisyen demiş ki “... hanım siz aslında çok güzel bir bayansınız ve bunun bilincindesiniz, bu yüzden zayıflamaya azmetmemişsiniz”. Bunu söylerken de güzelliğinden emin bir yüz ifadesi yapıyor. Üstünden 4 ay geçti hala gülüyorum, hatta şu an yazarken bile J
Nedir bu ya anlamıyorum! Galiba bizim ailede bir bozukluk var. Annem biz büyürken o kadar çok “aman söylemeyin, nazar değer” dedi ki, hiçbir şeyimizi övemez, ballandıramaz olduk. Bugüne kadar kimseye ben de şöyleyim, benim de şuyum şahanedir, aman da benim aldıklarım, bak bunu ne şahane yaptım demedim. Yeni aldıklarımı ısrar edilmediği sürece göstermekten, varımı bilmeyenlere söylemekten korktum. Sahip olduklarına şükretmek, onlarla mutlu olmak güzel ve doğru ama bunları ballandırmak, ortaya sermek yanlış geliyor bana. Hele herşeyi mükemmel yapdığını söylemek, kendindekini en mükemmeli bende diye lanse etmek, kendi fikrini başkalarına en doğru diye dayatmak, kusursuz insan portreleri çizmek daha da tuaf. Ya da ben tuafım belki de çünkü bırakın kendimi ballandırmayı birisi iltifat etse utanıyor hemen söylediği “başarıma, iyi yönüme veya her ne ise ona” nazar boncuğu olsun diye kendimi yerecek, o söylenen iyi şeyi azımsatacak birşey ekliyorum. Çünkü kabul etmek hatta “evet öyle” diye sazı elime alıp kendimi abartmak bana uymuyor. Çünkü kıskanılmak istemiyorum, nazar değer diye korkuyorum. Hep bu annelere sebep, anne nasılsa kızı da öyle oluyor galiba. Benim annem eşi ile kavga eden arkadaşa “aman benimki de öyle” der, kendi kocasının asla yapmayacağı birşey olsa da. Asla evimizde kavga olmamış olmasına rağmen, başkalarına her evde kavga olur der. Çok şıksınız diyene siz de öylesiniz diye mukabil eder. Yeni elbisesini onu alamayacak olanların yanına giymez, olmayanın yanında takısını takmaz, hatta bazen kendinden fazlası olanın yanında bile takmaz. Ondan böyle kendimi ballandırma özürlü oldum herhalde diyeceğim. Ama bak yazarken farkettim ben de ballandıracak birşey buldum: annemi ballandırdım biraz. Hemen düzelteyim tevazu abidesi gibi görünmesin kendinin pek çok gıcık olduğum huyu vardır.
Siz bana bakmayın, eğer gerçekten kendinizi inandırıyorsanız ballandırabildiğiniz kadar ballandırın!

Hayatı başkaları üzerinden yaşamak

Hıhh bu ben değilim diyorsunuz, değil mi? İnsanın öyle olsa bile kendine dahi itiraf edemeyeceği bir itham bu. Bir kere başkalarının ne dediğine aldırmamak daha cool bir duruş. Başkaları üzerinden hayatı yaşamak ise tam bir looser (hayatta kaybeden) vaziyeti, ezik mi ezik bir şey. Kimse böyle yaptığını kabul etmez. Tıpkı herkesin kendi aklını beğenmesi gibi başkalarının ne dediğine de aldırmadığımızı söyleriz. (Bu arada yeri gelmişken söylemeden geçemeyeceğim. Bu lafa bayılırım: “Dünyada en adaletlice dağıtılan şey akıldır. Neden mi? Çünkü kimse kendine düşen akıl hissesinden şikayetçi olmaz. Nasıl olsun ki aklını beğenmemesi için aklından ötesini görmesi gerekir.”)
Hepimiz kendimizi diğerlerinden farklı, herkesten daha özel, şahsına münhasır olduğumuzu zannediyoruz. Kendine güvenli, kendi için yaşayan, sadece kendi istediklerni yapan portreler çizmeye bayılıyoruz. Peki öyle miyiz gerçekten? Etrafımdakilere bakıyorum ve de kendime.. Pek de öyle olmadığını görüyorum. En basit örnek süslenip bir yere gidince “aaa kimin için süslendin?” diye sorarlarsa “kendim için tabi ki, ben hep kendim için süslenirim” diyoruz. Halbuki gerçekten kendi için süslenen kişi yanında kimse olmasa bile askılı ipek geceliği ile uyuyan, evde en şık kıyafetleri ile gezen, dışarı çıkmayacağı günler de bile saçına fön çektiren kişidir. Var mı böyle tanıdığınız?
Pek çok anne baba hayatı çocukları üzerinden yaşamıyor mu? Çocukları artık onlara ihtiyaç duymadıkları, fikirlerini almadıkları zaman boşluğa düşmüyor mu?
Muhitlerinin normlarına aykırı eylemlerini saklamadan gizlemeden yapan kaç kişi var? Mesela Fransız koleji mezunu bir arkadaşım, ortaokul mezunu kuzeni ile evlendi, tahmin edeceğiniz üzere düğününe kolejden bir tek arkadaşı bile davetli değildi. Bir başka arkadaşım evli bir adamla hem de eğitim seviyeleri hatta ekonomik durumları bile eşit olmayan bir adamla ilişki yaşadı ama böyle bir ilişkisi olduğunu ben çok sonradan başkalarından öğrendim ve devam ettiği sürece de asla diğer erkek arkadaşların konu edildiği gibi bunu dillendirmedi. Aaaa amma da arkadaşların varmış diyenleriniz vardır. Siz hep mükemmel kişilerle arkadaşlık ediyorsunuz değil mi? J
Mutluluk konusunda da durum aynı değil mi? Pek çok kişi elindekilere şükretmek için başkalarının kötü durumlarını görmeyi beklemiyor mu? Ancak başkları ile karşılaştırıldığında elimizdekilere kıymet biçmiyor muyuz? Gerçekte mutlu olmadığı halde aman millette ne kötü eşler var deyip bizim olana sarılmak, ya da tam tersi falancanın eşinin yaptığı bir şeyi bizimki yapmıyor diye carlamak, arkadaşınızın terkedildiğini duyduğunuzda her gün kavga ettiğiniz sevgilinizle olan ilişkiniz için tahtalara vurmak veya Ayşe’nin kocası gibi bir gün olsun beni şımartmadın diye kocanıza laf sokmak... Birini ya da öbürünü mutlak yapıyoruz.
Çocuklarımız da nasibini alıyor elbet, “falancanın oğlu ... okulunu kazanmış sen sınıfı zor geçiyorsun” gibi cümleler de karşılaştırmanın sonucu değil mi? Kızımın dişi yaşıtı olan çocuklardan birkaç ay geç çıktı diye eşime en az 3 kez sormuşluğum var: “acaba bir dişçiye mi gitsek?” Parkta salıncakta birbirini tanımayan annelerin klasik muhabbeti “sizinki kaç yaşında?”. Sorudaki maksatta şu, çocuğun boyunu, kilosunu, hareketlerini kendi çocuğu ile karşılaştıracak ki kendinin ki önde mi geri mi kalmış anlasın. Yanlış anlamayın ben de yapıyorum, farkım yok berikilerden. J
Daha da fena düzeyi var bu durumun, yani başkaları üzerinden yaşamanın; kendini değerli kılmak için başkalarını değersiz kılmaya çalışanlar, kendi mutsuzluğunu kapatmak için milleti birbirine katanlar, birinin bozulduğunu görmekten zevk alanlar, kendi güvensizliklerini kapatmak için hep karşısındakinin sinirine dokunacak eleştirilerde bulunanlar var hayatta. Sokakta gördüğü çok hoş bir hemcinsinin en acil tarafından bir kusurunu keşfetmek (özellikle kadınlarda), kendinden başarılı gördüğü birinin başarısız addeddiği bir yönünü bulmak (iyi iş buldu ama koca bulamadı, evlendi ama hala çocuğu yok vs.) bazıları için çok normal. Ama siz öyle değilsiniz, asla yapmazsınız değil mi? J
Etrafınızdaki arkadaşlarınızın, çalışma ortamını paylaştıklarınızın en az bir yönünü kıskanmıyor musunuz? Kıskanılacak hiçbir yönü olmayanlar zaten kayde değer değil sizin için, de...bir şeyini kıskandıklarınızın kusurları dikkatinizi çekmiyor mu? “Ay yakışıklı sevgilisi var, ama herif çok cimri”, “3 dil biliyor ama ne işine yarıyor sonuçta maaşı benimle aynı değil mi?”.
Bu liste böyle uzar gider. Demem o ki aslında hepimiz hayatı başkaları üzerinden yaşıyoruz. Bu kimi zaman kıskanmak, kimi zaman “millet ne der” diye kendimizi frenlemek veya saklamak, kimi zaman mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu başkalarının hayatları ile ölçmek şeklinde zuhur ediyor. Başkalarının ne dediğine aldırmayan, hep kendi istediği gibi yaşayan kimseye özenmeyen tipler gerçekten parmakla gösterilecek kadar az. Mesela Aysel Gürel gibi giyimininde, konuştuklarında, ilişkilerinde başkalarının etkilerini sıfırlayan insanlar var elbet. Ama onları da kısaca deli diye ayıklıyoruz. Rahmetli bir röportajında “bana deli demelerine izin verdim, böylece istediğim gibi davranma özgürlüğüm oldu” kabilinden birşeyler söylemişti.
Biz normal(!) insanlara ise tek seçenek kalıyor, hayatı başkaları üzerinden yaşamak ama öyle değilmiş gibi yapmak!

27 Kasım 2008 Perşembe

İşsizlik sendromu

Tatsız bir konu olmakla birlikte değinmeden edemeyeceğim. Son günlerde bangır bangır işsizlik konuşuluyor. Hiçbirimiz global kriz gerçekten Türkiye’ye ulaştı mı yoksa krizin “k”sı bile bundan fayda sağlayacak kişilerin ekmeğine yağ mı sürdü bilmiyoruz. Benim finansal piyasalara fazla kafam basmaz, borsa falan dimağımın pek almadığı şeylerdir. Risk sevmeyen, sağlamcı bir tip olduğumdan olsa gerek ilgilenmem, bu yüzden de bilgi haznemi bu konulara yormam. Ancak birkaç kez makro ve mikro ekonomi, şirket finansı, finans gibi dersleri almış biri olarak hala, durumu zorda olmayan, karı büyümekte olan koca bir bankanın 1400 kişiyi işten çıkarması ile krizi ilişkilendiremiyorum. Yine bir başka Türkiye devi firmanın ya sendika ya biz diye binlerce sendikalı işçisini işten çıkarmasının kriz başlığı altında değerlendirilmesini anlamıyorum. Bana öyle geliyor ki krizin lafı radikal değişiklik yapmayı, kadrolarını değiştirmeyi düşünen firmalara bahane oluyor. 1400 kişiyi tek tek işten çıkarmak için hepsine bahane bulmak zor, kriz geldi diye tek sebeple kapı önüne koymak kolay. Üstelik kriz olduğunda gerçekten perişan olanlarda zaten iş sahipleri değil ki, hangisi geçirilen bunca krizde batmış, hangisi bir jetini, bir yatını satmak zorunda kalmış? Kriz de batanlar da orta halli tüccar, esnaf falandır. İşsiz kalan beyaz yakalılardır. Açıkçası ben apolitik biri olmayı tercih edenlerdenim, zengin düşmanlığı yapan tiplerden hiç değilim, zengin olmak istemeyen insan var mı? Ancak üniversiteden 2000 yılında mezun olmuş biri olarak 2001 ve 2003 krizlerinin dilimde bıraktığı acı tat hala geçmedi. Türkiye’nin en iyi üniversitesinden mezun olup aylarca iş aramak, sonunda küçük bir firmada komik bir maaşa çalışmak, başvurduğum binlerce firmadan cevap bile alamamak, sonrasında da eleman alımını çoktan durdurmuş adam gibi uluslararası firmalardan hiçbirine girememek yüzünden, pek bir hevesle başladığım ve babamın “kızım akademisyen ol” öğütlerine “hayır ben özel sekötrde çalışacağım” diye atladığım çalışma hayatından çabucak sıtkımın sıyrılmasına sebep oldu. Benden birkaç yıl önce mezun olanların girdikleri firmalarda aldıkları maaşları ben 5 yıl sonra bile alamadım. Şansıma en berbat Türk firmalarında, en abuk şeylerle uğraşarak, verilen maaşa razı olarak çalıştım. İlk çalıştığım firmada kriz oldu diye patron öğle yemeklerini kaldırmış yerine sandiviç vermeye başlamıştı, hatta sandiviç malzemeleri buzdolabında duruyor onu bile biz hazırlıyorduk. İkinci çalıştığım firmada, genel müdür yardımcısının dinsel tacizlerine (modern görünüm altında yeşilci bir anlayışla İK yöneticiliği yapmam gerekiyordu), kriz bahanesi ile maaşların düşürülmesine (tam bu sırada kiralık plaza katının GM odasının parkelerini yenilemek masraftan sayılmıyordu) katlandım ancak bostancı maslak arası sabah akşam 4 saat alan ulaşım sorunsalına azalan eleman sayısı nedeniyle servisimizin iptal edilmesi ve 5 kişi bir arabada işe gelmek zorunda bırakılmamız eklenince koptum. Beşinci olan bendeniz her sabah Çamlıca’ya kadar kendi imkanları ile gidiyor, Çamlıca’da ikamet eden diğer 4 erkek ile maslak’a kadar korkunç bir yolculuk yapıyordum. Dinci geçinen bu pis kokulu adamlar bari önde sen otur bile demiyorlardı. 5 yıllık kısa iş hayatımda profesyonelliğe, insanlığa ve de insan dimağına sığmayan milyon tane hikayem oldu, anlat anlat bitmez. Sonunda ya delirip katil olacağım ya da işsiz kalacağım diye istifa edip çıktığımda yeniden işsizler ordusuna katılmaya fazla tahammül edememiş ve yine bulduğum ilk işe girmiştim. İstanbul’da tek başına yaşayan ve zaten evinde oturduğu babasından bir de cep harçlığı almayı gururuna yediremeyen biri olarak fazla şansım olmamıştı. Adam beni onca yıl okutmuştu ve işsiz olmamın onda yaratacağı üzüntüyü düşünmek beni daha da üzüyordu. Son işimde 2,5 yıl çalııp rekorumu kırdım. Orada da şaçmalığın dik alası denecek çok şey oldu ama o kadar kötü anmıyorum. Sonuç olarak ekonomik krizlerin sonuçlarını, işsizlik, sonra da “berbat işçilik” olarak bizati yaşadım. Ama gerçekte firmaların krizden falan etkilenmediklerini gördüm. Yemeğimizden kısan patronum Ömerli’deki Kasaba’dan kendine malikane tarzı bir ev aldı, maaşları düşüren genel müdür kısa süre sonra plazada daha lüks bir kata taşınma kararı aldı (kendi duşu olsun diye), son firmamdakiler de aynı teraneydi. Krizler vatandaşı, çalışanı vurdu patronu değil. Tabi işinin hem işçisi hem patronu olanları tenzih ederim.
Televizyonda işsizlik tartışılıyor gene, yine başa döndük. Ağlamaklı haldeki adam 28 yıllık çalışma hayatından sonra işsiz kaldığını karısından çocuklarından utandığını, ekmek getiremediği evde yemek istemekten utandığını söylüyor. Artık çalışmasam da, eşim kendi işini yapsa da korkuyorum, işsizlik lafı bile her an işsiz kalabilirim ve o duygusal sefilliğe geri dönebilirim hissi uyandırıyor. Allah’ım sen yardım et, hem işsizlere hem bize. Parasına para katanlara da akıl, merhamet ihsan eyle diyorum.

Kuaför teorisi

Şişmiş gözler ve asık bir suratla kuaförde oturuyorum, 5 dakika önce hışımla girdiğimde istediğim az kahveli neskafeyi yudumluyor ve geçen aya ait bir kadın dergisini karıştırıyorum. Bir yandan da kadınların moralleri bozuk olduğunda vitrin gezerek, dergi karıştırarak ya da kuaföre giderek bunu yendikleri söylentisinin yalan olduğunu düşünüyorum. “Hayır bu kadar yüzeysel değilim” diyorum kendime. Yarım saat önce eşimle, benim 4, onun 3, toplam 7 cümleden oluşan hayli kısa ama sarsıcı şiddetteki kavgamızı edip, gözyaşları ile araba kullanarak randevusunu dünden aldığım röfle işlemi için kuaförüme gelmiştim. Saatlerce kafamda paketlerle oturma ve sürekli kavgamızı ve ilişkimizi düşünme fikri ise şimdiden beni yormuştu. Görünürde tipik bir ebeveyn kavgasıydı, gece uyumayan ve gündüzde “terrible two” denilen döneme yaklaşmış olmasına yorduğumuz ağlama krizleri yaşayan kızımız bizi de tüketmişti. Ama ona kızamayan bizler birbirimize kızıyorduk. Ama derinlerde daha da kızgın ve sandığımızdan daha da yorgunduk. Eşim sürekli çalışmaktan, kendine hiç zaman ayıramamaktan, sonra da geceleri yatağında bile rahat uyuyamamaktan bezmişti. Yorgundu. Ben de yorgundum ama sadece dünden, bugünden değil, gelecekte de kızımın kavgalarımızın baş kahramanı olacağı düşüncesinden yorgundum. Çocukların evlilikleri hem güçlendiren hem de yıpratan şeyler olduğu düşüncesini ise beynimden kovmaya çalışıyordum. Ben dergi karıştırıken düşünceler nehir gibi akıyor. Acaba akşam konuşsak mı? Neden kızımız yüzünden kavga edelim sorunsalını irdelesek mi? Ama zaten yorgun gelecek büyütmesek mi? Hayat böyle mi gidecek? İkinci çocuğa hayır! Zayıflamam lazım. Yeni bir çizme istiyorum, şu elbise harika, bu çanta çok mu pahalıdır.....
Zaman ilerledikçe gözlerimin şişi azalmaya, sinir katsayımda düşmeye başladı, tam evet geçti derken eşimden bir telefon geldi.
-Ne zaman eve döneceksin?
-Niye, ne oldu?
-Ben işe gidiyorum. Kızım çok huysuz, birşeyi var bu çocuğun, fazla yalnız bırakma
-Tamam!
Tamam diyorum çünkü röfle yaptırmaya geldiğimi ve bunun benimkisi gibi bir saç için toplamda 5 saat sürdüğünü ve geçirdiğim 2,5 saati düşersek daha 1,5 saat daha süreceğini söylemem yeni bir gerginlik konusu. Kafamda paketlerle eve gitme kararı almadan önce evi arıyorum, bakıcısı kızımın babası gittikten sonra televizyonda teletubbies seyretmeye daldığını ve babasına mızmızlanmak harici bir sorunu olmadığını söylüyor. Panik yapmaktan vazgeçiyorum. Kuaförüm Yılmaz saçlarımı tamamlarken 2 kahve, kapı önünde soğukta içilen birkaç sigara ve bende olmayan eski sayılardan birkaç kadın dergisi hatmetme sonrası bakımsızlıktan kurtulmuş, sabah ki kavgamı unutmuş bir vaziyette eve yollanıyorum. İtiraf ediyorum ki saçlarımın bakımlı hali beni mutlu ediyor. Evet galiba yüzeyselim. Akşam eşim eve geliyor, tavır koymamaya çalışıyor ama gerçekte de hayli soğuk takılıyorum. Yemeğini yedikten sonra mutfakta bana sarılıyor ve 7 cümlelik kavgamızın sözsüz ateşkesini imzalıyoruz. Belki de bazı şeyleri çok irdelememek iyidir diyorum. Kavganın güzel yanı barışmaktır, kuaför teorisi doğrudur ve yüzeysel takılmak her zaman daha iyi sonuç verir diyerek kapatıyorum.

13 Kasım 2008 Perşembe

Bana karşı "ben"

Herkes hayatı iki kişilikli yaşar bence: bir ben, bir de olmak istediğim ben diye. Yani aslında herkesin bir asıl olduğu kişilik ve sahip olduğu yaşam var, bir de olmak istediği kişilik ve hayal ettiği yaşam. Çoğumuz bu ikisini kesiştiremez ve hep içimizdeki uktelerle tamamlarız hayatı. Kesiştirebilenler hayatta başarı ve mutluluğa eriştiğine inandıklarımızdır, ya da bizim öyle algıladıklarımız.Mesela ben bayılıyorum hayatı bir ajanda titizliği ile yaşayanlara, gelecek ay ağda randevusunu defterine yazıp atlamayan, 6 ayda bir jinekolağa, senede iki kez dişçiye, belli bir yaşın üstünde iken her sene check-up yaptırmaya gidenlerin hastasıyım. Hiçbir faturayı unutmayan, iade edilmemiş kitapları, cevaplanmamış maili, neden aramadın diye küsen arkadaşı olmayanlara bayılıyorum. Dip boyasını asla farkedemediğimiz, tırnaklarını bakımsız göremediğimiz, saçı sürekli fönlü gibi dolaşanlar, arabası her daim pırıl pırıl olanlar, market alışverişini asla geciktirmeyenler, akşama ne pişireceğim diye öğleden sonra kafa patlatmadan yemeğini hazırlayabilenler, ödevlerini, işlerini son dakikaya bırakmayanlar, her sabah duş alıp sinüzit olmayanlar, gece kaçta yatarsa yatsın sabah erken kalkanlar: soruyorum başka gezegenden misiniz? Yaz kış ipekli ya da saten seksi gecelikleri ile yatağa girenleri, evde bile şık olanları, kapıcıya bile saçını taramadan, rujunu sürmeden kağıyı açmayanları, bir dolap dolusu kıyafet önünde hala giyecek birşey bulamamaktan yakınmayan ve her yere ne giyeceğini gayet iyi bilenleri, alışverişte hep ihtiyacı olan şeyleri alanları, her kıyafetini doğru kombinleyenleri, haftada 4 gün spora gitme azmini gösterenleri de çok kıskanıyorum. Hele yemek yemeği dozunda bırakanları, akşam 6'dan sonra yemeyenleri, ikiz bebek doğurup dal gibi kalanları gördükçe daha fena oluyorum. Okumak istediğim binlerce kitabı zaten okumuş olanlar, bir konunun uzmanı olanlar, bir mevzuda ilk danışılanlar benim ikoncanlarım. Kısacası böyle biri olmak istiyorum yani bunların hepsi olmak! Çok şey mi istiyorum ? :) Efendim duyamadım? Hepsi olmak zaten elimde mi? Evet biliyorum ama olamıyorum işte. Çünkü ben neysem oyum, ötesi yok, "bir ben var benden içerü" durumu yok. Üniversitede iken kankim bana "senin gün gelip de işe gidebileceğine inanamıyorum, nasıl olacaka bu?" derdi, çünkü tam bir gece kuşuydum ve sabahları kalkma problemim vardı. 5 yıl süren çalışma hayatından sonra işi bırakınca özüme döndüm yine, yani yine sabahları kalkamıyorum. "Mevcut ben" baskın çıkıyor, "olmak istediğim ben" güdük kalıyor ne yapayım?Kendime bayılmıyorum sadece yapabildiklerime, yetiştirebildiklerime şükredip, mevcut benle mutlu olmaya çalışıyorum (bknz "şükredebilmek" konulu yazım). Ama daha iyi olabileceğime, olmak istediğim bene ulaşabileceğime de inancımı yitirmiyorum (ümit fakirin ekmeği ne de olsa). Ama hayal kurmak eğlencelidir, benim hayallerimi de bu olmak istediğim ben halleri dolduruyor, hayali bile beni mutlu ediyor :) Hadi siz de düşünün olmak istediğiniz "siz"i ve biraz hayal kurun!

Şükredebilmek

Arabada iş saati trafiğinin hemen ardından, arta kalan trafikte, Avrupa yakasına bir arkadaşıma gidiyorum. Can sıkıntısından vefat etmeyeyim diye de müzik dinliyorum. Radyolardan sıkılınca da kardeşimin bıraktığı Deniz Seki cd'sini çalmaya başladım. Bir şarkısı var "hayat bana ne verdi ise şükrederek yaşadım" diye, çokça tekrarlamış. Sonra nedense dün markette gördüğüm ufacık, yoksul görünümlü teyzenin bir kutu vişne suyu ve iki parça yiyecekle kasa sırasında beklerken markete yeni giren ama ondan biraz daha dinç bir başka teyzeyi selamlamasına kulak misafiri oluşumu hatırladım. Teyze arkadaşına Allah'a şükürler olsun iyiyim diyordu. Yani genç ve doyumsuz halimden utanmış ve acaba gerçekten şükredecek kadar iyi mi diye düşünmüştüm. Sonra bu şükretme meselesine kafayı taktım. Ne kadar güzel bir telkin ve yaşama sarılma yolu olduğunu düşündüm ve de buna benzer pek çok inanışımızın... Yani "İnşallah, Maşallah, Allah kısmet ederse, şükürler olsun, buna da şükür "olmasa hayata nasıl tutunuruz, nasıl kötü geçen günlerin ardından yarından ümidimiz olur ki? Farkettim ki birşeylere inanmayanlar için yaşamak, neye inanırsa inansın birşeye inananlardan, daha zor. Haline şükretmenin içinde daha kötü olma ihtimalinin bilinci, elindekilerin kıymetini bilme hali, daha iyi olma ümidi, "çıkmayan candan ümit kesilmez", "gün doğmadan neler doğar" bilgeliği, kendini önemsemenin frenlenmesi, dünyada başka acıların var olduğunun farkındalığı, kadere inanmanın verdiği biraz tembellikle birlikte iç rahatlığı ve daha neler neler var. Yok hayata sadece kadercilikle bakacak kadar şapşal, bir şeylere inanırken at gözlüklü değilim. Ama şükredebilmek güzel, şükretmeyi bilecek kadar yaşamı anlamak güzel. Üstelik herkesin şükredecek birşeyleri var. Şükretmeyi dile getirmeyenler bile içlerinde herhangi birşey için umut taşıyorsa aslında şükrediyorlar diye düşünüyorum. Hayattan ümidi olan, haline şükredebilen herkesi kutluyorum. Bugün karamsarsanız, şükredecek hiçbirşeyiniz olmadığını düşünüyorsanız lütfen sağlıklı oluşunu ya da sadece hayatta oluşunuzu kutlayın. Ne de olsa hayatın ucuz, yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğu trafikte yaşıyoruz değil mi?

12 Kasım 2008 Çarşamba

Çeşitleme

Geçenlerde tavsiye ettiğim kitaplar, filmler yazımı okuyanlar için haber vereyim dedim: yeni aldığım kitaplardan Buket Uzuner'in "İki Yeşil Susamuru" kitabını bitirdim (bloğumu yazamadığım zamanlarda ne yaptığımı anlamışsınızdır). Valla adı biraz abuk olsa da hatta bu adın verilmesine sebep olan olay da abuk olsa da kitabı beğendim. Artık aşk 70'li yılların kalıplarında yani bir erkek bir kadın arasında sadece kavuşamama üzerine kurulu şekilde yaşanmadığı için (kitap 80'li yıllarda geçse de) şimdiki zamanı da iyi yansıtan bir roman olduğunu düşündüm. Bence kadınların okuması gerekiyor, özellikle boşanma yaşayanların, çocukları olanların, ilişkilerinde kendini sorgulayanların bazı cevaplar bulabileceğini düşünüyorum. En güzel tarafı da şu tespit "bir adamı değerlendirirken önceki ilişkilerini referans alacaksın" yani adam nasıl kadınlarla beraber olmuş anlayacaksın, sonra sana göre mi değil mi değerlendireceksin. Çok farklı iki kadın tipi varsa hayatında bileceksin ki adam bu kadınlardan birini kandırmış, onunla iken aslında olmadığı biri gibi yapmıştır. Değerli bir bilgi!
Neyse kitabı okuyun görün derim, bu arada kitaptaki Mike a bayıldım, çok hoş bir karakter deyip biraz daha merak uyandırayım.
Blog yazımı bu kadar geciktirmeme gelince valla elektrikler kesikti diyemeyeceğim ama öğrenciyim çok ödevim oluyor deyip, bu yaşta eğitim hallerime gülenleri gene güldereceğim. Bitmiyor anasını satayım şu ödev verme halleri. Bir de SPSS gerekliliği çıktı, ne yapıcam bilmiyorum, prensipte korsana karşıyım ama lazım diye eve binlerce dolar verip SPSS mi alıcam bir ders için? Oh Allahım of, yazıcıoğlu pasajı yolları taştan sen çıkarttın beni beni baştan.
Bir başka önemli mesaj dostlara: Dedikodu yapmayın yaptırmayın! Bu da nereden çıktı değil mi? Efendim bendeniz de dahil olmak üzere dedikodu seviyoruz, gönül rahatlığı ile itiraf edelim. Ama dedikodu yapmayın derken ahlaki olarak yapmayın demiyorum, rasyonel olarak yapmayın diyorum. Şunu fark ettim ki sizin çene çalmak maksatlı yaptığınız her dedikodu aleyhinize delil teşkil ediyor. Üstelik ne zaman yaptığınızın önemi yok, çünkü dedikodunun zaman aşımı yok. Beraber dedikodu yaptığınız kişinin kötü niyetli olması da gerekmiyor üstelik. Arkadaşınızın ağzından kaçırması ya da siz dedikodu yaparken hakkında konuştuğunuz kişinin bir anda arkanızda belirmesi olası şeyler. Siz siz olun hakkında konuştuğunuz kişi bir gün söylediklerinizi duyarsa lafınızın arkasında duramayacaksanız asla dedikodusunu yapmayın, hatta biri size yaparsa yaptırmayın siz o kişi hakkında hep iyi konuşun, konuşanı da "ay lütfen öyle deme" falan diye uyarın. Hatta daha da ötesi kötü olmayan, sadece varolanı konuştuğunuz durumlarda bile mümkünse başkaları hakkında yorum yapmayın. Kimseye koz vermeyin, dedikoduyu sizinle yapıp sonra senin için böyle dedi diyebileceğini unutmayın. Kendinizden bahsedin, karşınızdakine hayat nasıl gidiyor diye sorun, eşeleyin bir sohbet konusu çıkar elbet. Dedikodu kolay sohbetin anahtarı olsa da, insanlar kendi haklarından konuşmaktan, kendi sorunlarını eşelemekten kaçmak için başkaları hakkında konuşmak kolay gelse de yapmayın, zoru seçin. Beni soracak olursanız, deniyorum. Bunu düstur edindim, çabalıyorum. Gerçi itiraf edeyim, hiç kimse ile ilgili dedikodu yapmamaya çalışmak insanı zorluyor. Meğer ne çok başkaları hakkında konuşuyormuşuz, bunu hayatından çıkarmaya çalışınca insan iki düşünüp bir konuşuyor vallahi :)
Bir de Mustafa filmi hakkında konuşacağım, malum pek popüler bir tartışma mevzusu ya... Gerçi filmi görmeden önceki konuşmalar saçma oluyor diye kocama bile fikir yumurtlamadım ama ben filme gidesiye kadar konu eskiyecek diye şimdiden bir ön fikir beyanı yapayım. Ben Atatürk'ü lider olarak, bugünkü yaşamımda şükrettiğim şeyleri bana sağlayan adam olarak seviyorum ama tabulaştırmıyorum. İyi bir liderin de insanüstü, her yönüyle kusursuz, idealize edilmiş olması gerektiğine inanmıyorum. Bu sadece bir yanılsamadır, tıpkı birine ilk aşık olduğunuzda sanki o hiç tuvalette osurmuyor, gece horlamıyor, hiç takıntısı yok sanmamız gibi. Edison'u eleştiren var mı? Adam insanlığa neler kazandırmış mesela berbat bir aşık olsa bu bizi ilgilendirir mi? Hayır! Bu da benzer birşey, Atatürk'ü Türkiye'yi yarattığı, bizlere sağladığı hayat şekli için, özgürlük için seviyoruz, gerisi magazin bence. Benim ona olan sevgim ve minnettarlığım başka şeylerle ölçülebilir değil, bu sebeple Mustafa filminde Atatürk'ün anlatılan yönleri pek de ilgimi çekmiyor (belki de filme koşarak gitmeyişimin arkasında bu vardır). Tabi bu arada reklamın iyisi kötüsü olmaz lafı bir kere daha kanıtlanmış oldu, Can Dündar gişede birinci. Hiç sızlanmasın "anlaşılamadım" diye. Yere vuranların bile hayrını gördü bu kez. Neyse yine de izleyeceğim ben de, sinema da olmasa bile DVD'si gecikmez diye düşünüyorum. Kiralayıp seyrederim, o zaman hala ihtiyaç olursa bir şeyler yazarım ama şimdilik ben benim Atatürk'ümle mutluyum. Gerisi boş diyorum.
Yine daldan dala oldu, artık konuları biriktirmesem daha iyi olacak galiba.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Kitaplar, filmler

Kitap okumayı seviyorsanız, hele benim gibi okuyacak bir kitabı olmayınca kendini güdük hissedenlerdenseniz, kitap alırken en büyük sorun ne alacağınıza karar vermektir. Kitap fiyatları 15 YTL den başlayıp 40 Ytl'lere kadar vardığı için benim kadar sık kitap alan biri hangi kitaba para yatıracağına karar verirken haliyle zevk alacağım birşey olsun, niye bunu aldım diye pişman olmayayım diyor haliyle. DNR, Remzi ya da diğer büyük kitapçılardan birine gidiyor, rafların önünde dakikalar geçiriyor almayı istediğim bir kucak kitabın ancak 2 tanesini almam gerektiği gerçeği ile elemeye başlıyorum. Ön arka kapaklara bakılıyor, özetler okunuyor, o anki ruh durumumla ne okumak daha iyi olur diye tahlil yapılıyor, kitabın fiyatına bakılıyor falan. En ideal durum ise birinin tavsiye ettiği kitaplar, kolayca içeri girip raftan alıp kasaya gidiyorum. Keşke hep tavsiyesine güveneceğim insanlar okudukları güzel şeyleri söyleseler diye hayıflanıyorum. Ama benim kadar sık kitap bitiren fazla insan tanımadığımdan yeni tavsiye almak da zorlanıyorum. İşte bu sebeple son zamanlarda okudukalrımı, gittiğim filmleri, seyrettiğim DVD'leri aktarmak istedim ki seçim yapmak da zorlananlara yardım olsun. Zevkler ve renkler tartışılmaz kuralını unutrmayın, sonra bana kızmayın ama benim tarzımı biliyor ve seviyorsanız siz de hak vereceksiniz.-Buket Uzuner- İstanbullular-Roman: Gerçekten çok hoş (bir hocam tavsiye etti ve bayıldım)-Mine Kırıkkanat-Destina-Roman: Bu yazarı "Sinek Sarayı"ndan beri severim ki o da şahanedir, bunu da sevdim biraz fantastik olmuş ama hoş.-Adam Fawer-Olasılıksız-Roman: Zaten Bestseller ve olmayı da hakediyor bence.-Orhan Pamuk-Masumiyet Müzesi-Roman: Orhan Pamuk severim, tüm kitaplarını okurum, okurken biraz sıkılırım ama sonradan kitaptan belleğimde kalanlar hep iyi şeyler olur. Bu da okunası birşey özellikle aşka hala inanlar varsa. Gene de tartışacak çok şey var bu kitapta, bir de gerçekten böyle bir müze kurulacağına hala inanamadım, anlayan olursa beri gelsin.-Şu anda okumak için ise 2 kitap aldım. Buket Uzuner "İki yeşil su samuru" ve Jane Green "Sahildeki evimiz". Daha yorum yapmak için erken.-Max Payne- Film: Çok anlamsız gitmeyin-Düşes-Film: Bayanlar gidin ve kudurun. Çıkarken adamı boğmak isteyecek ve asla evinize bayan yatılı misafir almayacaksınız.-Boleyn Kızı-DVD: Gerçekten görmeye değer, kadın kadının kurdudur, kardeşlik önemli, vb bir sürü düşünce olacak aklınızda-27 Dresses-DVD: Romantik komedi idi ama ben kıza çok acıyıp ağladım nedense.Şimdilik bu kadar ama devamı gelecek.

Flört Piyasası

Memleket patlayacak, patladı, geliyor geldi nidaları ile ekonomik kriz ve de İMKB borsası ile uğraşa dursun, ben bir arkadaş ziyareti ile aşk borsasına takıldım kaldım. Kendini güvene almış ve hisse senedi harici varlıklara yönelmiş yatırımcı misali, aşk borsasını, uzaktan, ne olduğunu pek umursamadan ama habersiz de kalmayayım diye izlerken içeriden birinin anlattığı olaylarla aslında herşeyden bihaber yaşadığımı farkettim. Tabi ki bekarlar zaten biliyordur ama evli aradaşlar için anlatmayı borç bilirim deyip yazıyorum.
Efendim ben aşk borsası dedim ama aslında aşk falan yok ortada, flört piyasası demek daha doğru. Daha gençleri pek ırgalamaz belki ama 30 yaş ve üstü bekar insanlar ellerindeki birikimleri (yani beden ve yürekleri ile) bu piyasada kazanmaya çalışıyorlar. Voleyi bulup mutlu bir evliliğe kavuşmak isteyen de var, uzun dönemli yatırımcıyım şimdilik sadece ciddi bir ilişki yaşamak istiyorum diyen de. Ancak çoğunluk (özellikle erkek güruhu) spekülator olarak sadece kısa süreli kazançlar peşinde yani seks arıyor. Konuya bodoslama girdim şimdi flashback zamanı.
Dün üniversiteden çok sevdiğim sınıf arkadaşım, çok uzun zamandır yüzyüze görüşemediğimizden kızımı görmek ve arayı kapatmak için bana geldi. Eşimin gece yarısı biten mesaisini de fırsat bilerek uzun saatler boyu bizim balkonda fanlı ısıtıcı sayesinde bol bol yiyip, çay içerek ve sigaralarımızı tüttürerek sohbet ettik. Arkadaşım 6 yıllık bir ilişkiyi nişanlanarak nihayete erdirecekken nişanlısından anlaşamayarak ayrılmıştı ve uzun zamandır da ciddi bir ilişkisi olmamıştı. Karşımda oturuyordu, güzeldi, bakımlıydı, çok iyi eğitimliydi, maddi durumu yerindeydi, işi vardı, 30 yaşında ama 28’den bir gün fazla göstermiyordu ve sormadan duramadım; onun gibi bir bir genç kadın nasıl yalnız olabilirdi? Üstelik gece dışarı çıkma, en popüler mekanlara gitme ve yeni insanlarla tanışma lüksü de varken. “Doğru düzgün adam yok” dedi. Nasıl yani diye üsteledim acaba o da mükemmel adamımı arıyor diye şüphelenerek. “Hayır hayır bırak yakışıklı, eğitimli ya da zengin olmayı, insan gibi insan dengesiz olmayan bir adam bile bulamıyorum” dedi. Sonra da detayları, anektodları ile bugünlerde flört piyasasının nasıl olduğunu anlattı. Bir kısmı asla ilişki istemiyor adamların, tek amaçları yatağa atmak, ilişki isteyenlerde mutlaka bir arıza var, ya ruhsal dengesizlik ya da daha ötesi delilik. Hepsinin ortak noktası ise kendini beğenmişlik ya da kendini bilmezlik. Herkes en çirkini bile top model gibi bir kızla çıkmak istiyor ama evlilik zorlaması hatta aşk zorlaması olmayacak. Yatılıp kalkılacak ama ilişkimiz nereye gidiyor sorusu sorulmayacak. İlişki isteyenlerde de hiçbir şey eskisi gibi değil, kızın içtiği kahvenin parasını bile ödemek yok.Eskiden yani ben de o piyasada iken de erkekler kendini kurufasülye gibi nimetten sayıyordu ama bu durum ayyuka ulaşmış. “Facebook’da bana asılan ama benim yüz vermediğim adam bile iki gün sonra bana “ben galiba hazır değilim diyor, şaşırıp kalıyorum.
-Neye hazır değilsin?
-Yani biz yazışıyoruz ya hani?
-Sen yazıyorsun birşeyler ben de okuyorum eee?
-İşte ben ilişkiye hazır değilim.
-Valla ben seni o gözle görmedim bile, için rahat olsun” deyip konuyu kapatmış ama sinirden de kudurmuş tabi. Ulan yüz vermediğim adam bile kendini ne sanıyor diye. Sonra 2 ay süren bir ilişkisinde adam arabasının bozulup yolda kaldığı bir gün, üstelik de bunu arayıp haber vermesine rağmen onu “doğru söyle kızmayacağım kiminleydin” deyince ardı kesilmeyen kıskançlık krizlerinin artık normal dışı olduğunu anlayıp bırakmış, adamda kızın tüm facebook listesindeki bayanlar ekleme talebi yollayıp arkadaşımı onlara şikayet etmiş. Şimdi bu normal mi? Bir tanesi 2 hafta çıktıktan sonra “hep böyle liseli aşıklar gibi kafelerde mi buluşacağız” demiş yani artık yatalım diyor. Bizimki de öyle işlere balıklama atlayanlardan değil pek prim vermemiş, bu sefer de adam tamam o zaman seninle duygusal birşeyler yaşamaya çalışalım diye saçmalayınca bizim kız biz senle yapamayız demiş. Bir başkası Sunsete gidelim diye tutturmuş sonra da kızların erkeklerin paralarını yemelerinden ne kadar nefret ettiğini anlatmış yani gidelim ama hesabı ödemem diyor. Daha neler neler. Arkadaşımın teorisi şu. Facebook, msn, cep telefonu mesajı insanların cüretini artırıyor. Karşından olsa düşünsen bile asla söylemeyeceğin şeyleri cart diye söylüyorsun. İlişkiler hızlı, aday çok ya çok umursamıyorsun ya kaybedersem diye. Herşey sahte, ortam kaypak. Gay çıkan adamlar, bir sürü kişiyi idare edenler falan bir sürü şey anlattı. Dondum kaldım. Tüm akşamın anektodlarını anlatmaya yer yetmez ama özetle gözüm korktu. Evdeki kocamı, eldeki erkeğimi nadir bir tür, soyu tükenen canlı diye camlı bir bölmeye mi koysam, korumaya mı alsam diye düşünmeye başladım. Çünkü anladığım kadarı ile öyle erkek pek kalmamış, olanlar kapılmış. Allah korusun flört piyasasına yeniden girecek olsam bir daha öylesini bulamam herhalde. Arkadaşım gitti, ben de bunları yazmalı ve kocalarına dırdır eden, hayatından şikayet eden ama aslında herşeye sahip olan evli arkadaşlarımı uyarmak istedim. Piyasa kötü aman elinizdekinin kıymetini bilin diye J Gece eve yorgun gelen kocama yemek sofrası hazırlayıp sürekli gülümseyerek baktım, huylandı:
-Hayırdır niye öyle bakıyorsun?
-Yok birşey seni özledim de
-Hııı
-Seni çok seviyorum aşkım
-Ben de ben de, ama bir kola doldurursan daha çok severim.

11 Ekim 2008 Cumartesi

surat asmak

Surat asmak en temel davranışımız son zamanlarda. Herkes birşeyler için surat asıyor ve ben buna deli oluyorum. Uzun zaman hizmet sektöründe çalışmaktan mı ya da ilk patronumun beyin yıkama tekniğinin başarısından mı bilmem ama ben surat asmayı ayıp, yanlış ve çirkin buluyorum. Hasta iken bile insanların yüzüne gülümsemeye çalışıyorum. Avrupa'nın refah seviyesi yüksek ülkelerinde birbirini tanımayan insanların bile yolda yanından geçenlere selam verdiğini, günaydın, iyi akşamlar dediğini görünce çok şaşırmıştım. Hadi biz tanımadıklarımıza surat asmayı kabullendik. Ama bari tanıdığımız insanlara surat asmayalım. Ben senin ne derdin olduğunu, neye canının sıkkın olduğunu nereden bileyim. Surat asınca bana asıyorsun sanıyorum. Sonra da kara kara acaba yanlış birşey mi yaptım diye düşünüyorum. Hatta kafaya takmamam gereken şeyleri bile kafaya takıyorum. Başkalarının ne düşündüğünü önemsemeyin diyorlar ya olmuyor işte sonuçta bir toplum içinde yaşıyoruz, kapı komşunuz, kapıcınız, arkadaşınız, hergün alışveriş ettiğiniz bakkal, pastanedeki kasiyer, kısaca yüzüne bakıp konuştuğunuz her tanıdık sima sizin gününüzü etkiliyor. Sebebini bana anlatacak kadar yakın değilsen sıkıntın ne olursa olsun bana surat asma kardeşim. Benim de suratımın düşük olduğu günler oluyor elbet, insanız tabi ki. Ama odadan çıkınca evdeki çalışanımıza bugün ben kötüyüm, hastayım, yorgunum neyse işte onu söylüyorum. Karşı komşumla karşılaşınca gülümseyecek takatim yoksa ay bugün çok keyifsizim diye açıklıyorum. Sebepsiz surat asmaları protesto ediyorum vesselam.
Kızım da çok suratsız bugün ama onu affediyorum çünkü konuşamıyor. Parka giderken bile surat astı, giderken ağladı, dönerken arıza çıkardı, palto giymek, çıkarmak hatta yemek yemek bile istemedi. Onu neşelendirmek için yaptığım şaklabanlıklara bile bir gülümseyip tekrar surat astı. Sanırım dişi çıktığı için canı yanıyor ondan keyfi yok. Bir konuşsa söyleyecek yavrum ama şimdilik sadece aksilik yapıyor.
Lütfen siz de surat asmayın etrafınızdakilere, ya söyleyin neden keyifsizsiniz ya da bir zahmet gülümseyin.

5 Ekim 2008 Pazar

Bodrum mu? Hıhhh!!!

Yaz sonunda bir arkadaşımız İstanbul’da 5-6 yıldır çalıştığı ihracat firmasından istifa etmek zorunda kaldı. Patronla anlaşmazlık düzeyi yaşanan son bir olayla ayyuka çıkmış, arkadaşımızın yaptığı bir hata nedeniyle hazırladıkları sipariş çöpe gidince de bizim ki aslan gibi madem ben zarar ettirdim o zaman istifa edeyim demiş, tazminatını gömmeyi göze alarak da ayrılmış. Başkası olsa o beni kovsun der hiç tınmazdı ama bizim ki diğer tüm arkadaşların “enayi” benimse aferin nidalarım ile işten ayrıldı. Neyse uzatmayayım artık işsiz olması vesilesi ile uzun yaz tatilini geçirmek için soluğu ablasının Bodrum’daki yazlığında alan arkadaşım, tatil süresince kendine Bodrum’daki bir firmada iş ayarladı ve aniden Bodrum’a taşınma kararı aldı. Evli ya da çocuklu olmaması, İstanbul’da kirada yaşıyor oluşu ve Bodrum’da hazır ev bulunması (ablasının yazlığı) bu kararında etkili rol oynadı. Yine yakın bir arkadaşımızın da “herkesin emeklilik için hayal ettiğini sen şimdi yapacaksın, hazır seni bağlayan ve riske atacağın bir şey yokken yapman çok mantıklı” diye desteklemesi ise kararını ne kadar etkiledi bilmiyorum. Velhasıl gitti, yerleşti ve çalışmaya başladı. Geçenlerde ona Bodrum’da kışın hayat nasıl diye mail atmış ve cevap verirken ballandırmamasını rica etmiştim. Bu ricama karşılık yazdığı mail şöyle oldu: “küçük bir sahil kasabasına yerleşmek çok kötü, emekli olmak gibi, çok kötü oluyor kışın burası; kasvetli hava, tiyatro sinema yok, yiyecek ekmek bulamıyorsun, pasta yiyorsun. Hiçbir şey yapamıyorsun denize giriyorsun, güneş batarken hüzünleniyorsun içki içiyorsun, trafik diye bir şey yok, sokağa arabanı park edebiliyorsun, kimse otopark parası istemiyor, hava bedava su bedava.. Böyle bir hayata alışmak çok zor inan bana..” Fark ettiğiniz üzere benimle dalgasını geçip keyfinin gayet yerinde olduğunu belirtmiş haliyle bana da “seni mikrop seni!” demek kaldı, bayağı kıskandım onu. Bu arada bayram tatili vesilesi ile İstanbul’a geleceğini söyleyince farklı düşüncelere gark oldum, kıskançlığım geçti. Nasıl mı?
İnsan İstanbul’un kalabalığı, trafiği, koşturması içindeyken ilk tatil fırsatında buradan kaçmayı, mesela Bodrum’a gitmeyi pek hoş buluyor, tatil beldelerine gidenlere iç geçiriyor. Ama tatil beldesinde yaşayan da fırsat bulunca İstanbul’a koşuyor. İstanbul’da olan için Bodrum’a gitmek ne kadar cool ise Bodrum’un yerlisi olan için de tatilde İstanbul’a gitmek o kadar cool. Yani komşunun tavuğu komşuya kaz görünür hesabı. Ya da bir şeyin iyiliğini, güzelliğini, kıymetini yanındaki kötülük, çirkinliklerin ve zorlukların belirlediği düşüncesi…
Sonra kafamda bu örnekleri çoğalttım. Bir şirkette çalışmayı bıraktığımdan beri, eskiden pek hevesle beklediğim Cuma günlerinin artık benim için özel olmadığını, çünkü Pazartesi günü işe gitme zorunluluğu yokken Cuma’nın da anlamı olmadığını fark ettim. Ya da tam tersi yazın bunaldığım güneşli havaların, yağmurların başlaması ile arada bir ortaya çıkmasının ne kadar değerli olduğunu anladım. Bunun gibi binlercesi var beni uzatmayayım.
Sonuç olarak Bodrum’a taşınan arkadaşım havalar iyice soğuyana kadar her gün denize giriyor olabilir ama denize girmekten benim kısacık tatilimde aldığım kadar zevk alabildiğini sanmıyorum. Kalabalık ve trafik çok kötü evet ama yaşlanmadan ıssızlaşmak da öyle değil mi? Sahip olduklarımızla, olduğumuz yerle mutlu olmalıyız diye bilgece sonlandırdım düşünmeyi.

2 Ekim 2008 Perşembe

Hastayım, hastasın, hasta

Bugün bayramın 3. günü itibari ile hastayım. Geçtiğimiz ay önce benim hastalığım ile başlayan, sonra evdeki herkesin hasta olması ve kızımın zatüre olması ile sonlanan durumdan dersimi aldığım için hemen ilaç tedavisine ve streril maske takmaya başladım. Tabi beni dışarda maske ile dolaşırken gören insanlar da tuhaf tuhaf bakmaya başladılar. Bunu hiç anlamıyorum, etrafındakilere solunum yolu ile hastalık bulaştırmamak için maske takman gerektiğini kimse bilmiyor mu? Neden herkes bulaşıcı HIV taşıyormuşum ya da lösemili imişim gibi bakıyor anlamıyorum. Bu arada gerçekten bu hastalıklara yakalananları bir kez daha anladım. Toplum hastalıklara karşı cahil ve de hasta insandan öcüden korkutuğundan daha çok korkuyor, toplumsal dışlanma bu olsa gerek. Allah hepimizin müstehakını versin diyorum.
Bu arada bayram için yaptığım planların % 75'ini gerçekleştirdim ama hasta olmam sebebi ile bir kısmını erteledim. Evde yatmak istemediğim için, benden bağımsız şekilde kendini hasta eden kardeşimle birlikte sinemaya gitmeye karar verdim. Eğer grip olduk diye bizi almamazlık etmezler ise maskelerimizi takıp sinemaya gideceğiz. Nerdeyse vizyondan kalkmak üzere olan women filmini görmek istiyorum. Bakalım seansı yakalayabilecekmiyiz.
Bayram boyunca çalışacağını söyleyen eşim bana süpriz yaptı, ilk gün çalışmadı. Bu duruma en çok ben ve de kayınvalidem sevindik. Eşimin annesinin evinde bayram kahvaltısı, aile ile görüşme güzel bir gün geçirmemizi sağladı, gerçi evde tek başına takılmaya alışmış kızım fazla kalabalıktan biraz huysuzlandı ama olsun. Bu duruma çocuklarda aşırı uyarılma diyorlar. Dikkatini çekecek çok fazla farklı eşya, ortam ve insan görünce çocuğun nevri dönüyor. Eve dönüp kendi koltuğu ve rahat salonunun kraliçesi olunca normale döndü. Akşam da babamız bizi güzel bir yemeğe götürdü. Aslında kızım restaurantın oyun parkından çıkarken çok ağladı ve güne karizmatik bir nokta koydu ise de bunu unutarak hala güzel bir yemekti diyorum. Son olarak da karşı konşumuz ve fahri anneannemizi ziyaret ettik. Bayram görevlerimiz tamam oldu. Tabi ki başka şehirde yaşayan gerçek anneanne ve dedemizi, teyzelerimizi ve sevdiklerimizi aramayı ihmal etmedik.
Bir bayram daha böyle geçti, artık lafı uzatmamalı ve sinemaya yetişmek için laptopumu kapamalıyım. :)

28 Eylül 2008 Pazar

Bayram yaklaşırken

İki üç gündür müthiş koşuşturma içinde sürekli bir yerlere para ödemeye gidiyorum. Bayram tatili nedeniyle tüm hafta kapalı olması muhtemel bankalardaki işlerimi hallettim. Maaşlar, ay sonu ödemeleri, vergiler falan derken elde avuçta ne varsa harcadım. Ama hala kızıma bir ayakkabı almaya, babaannemize bayram hediyesi almaya gidemedim. Kısmetse onları da arife günü halledeceğim. Tabi benim gibi herkes son dakika alışverişlerini ve ödemelerini yaptığı için banka kuyruklarından ve trafik kalabalıklığından bahsetmeye gerek yok sanırım. Sürekli yağan yağmur, kızımın evde kalıp can sıkıntısı ile huysuzlaşması da üstüne tuz biber oluyor. Gene de yağmurun serpiştirmediği yarım saatlik aralarda parka götürüp palto ve bere korumasında kızımı salladım. Açık hava her türlü koşulda iyi geliyor vesselam. Sevgili eşim bayram tatili boyunca çalışıyor ne yazık ki. Ne kadar çalışırsa o kadar kazandığı bir işi olduğu için, yaptığım onca ödemeden sonra aslında ne yazık ki yerine iyi ki demeliyim belki de. Ama bayramın tadını çıkaramayacağımız için gene de içim buruluyor. Eşim eşlik edemese de kızım bayram olduğunu anlasın diye onu süsleyip sevgili bakıcımızı da alıp erken saatte kayınvalideme tünemeyi düşünüyorum. Kızımın halası ve kuzeni de oraya geleceğinden en azından ailece bayramlaşma, güzel bir sofrada kalabalık şekilde kahvaltı etme ve sonra babaannenin evini kurcalama zevkinden onu mahrum etmeyeceğim. Kalan günlerde ise uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla buluşup kahve içmeyi ve yeni doğum yapan bir arkadaşıma da bebek görme ziyareti yapmayı planladım. Zaten sonra da bayram havası son bulur diye düşünüyorum. Eşim de eve saat 21:00 dan önce gelirse belki aylardır yapamadığımız şekilde başbaşa dışarı çıkarız diye de hayal kurdum (gerçi pek boş bir hayal).
Bu arada sadece balkonda sigara içmemiz ve de artık havaların iyice soğuması vesilesi ile balkonumuza bir ısıtıcı aldım. İlk aldığım pek alakasız bir "don çözme cihazı" imiş, onu iade edip mahallede bir dükkandan Fakir marka ucuz ama pek kullanışlı ve oldukça iyi ısıtan bir cihaz aldım. Şimdi panjurlu balkondaki buz gibi havayı ılıklaştırarak rahatça kendimi zehirleyebiliyorum. Bu arada satıcı gencin beni yanlış yönlendirmesi nedeniyle ilk aldığım saçma aleti Bauhaus'a iade etmeye gittiğimde beni bayağı irrite eden bir olaya şahit oldum. Bahaus'un kapı önünde alışveriş arabası almaya çalışırken feci şekilde kavga eden bir ana oğuldu bu. Oğlan taş çatlasın 12-13 yaşlarında annesi de 35-36. Sanırım çocuk kalabalık sebebiyle uzuyan alışveriş faslından sıkılmış annesine mızlanıyordu. Annesinin de bardağı taşmış olacak ki çocuğa "gerizekalı senin yüzünden alacaklarımı alamayacak mıyım, bıktım senden, koca adam oldun biraz anlayışlı ol" diye başlayan çocuğun kısık sesle mızlanarak cevap vermesi üzerine üst üste "gerizekalı" diye devam eden ve bir türlü geçmeyen hırsı beni korkuttu ve irrite etti. Annelerini çıldırtan çocuklara çok şahit olduğum için büyük söylememeye ve yargılamamaya çalışsam da en nihayetinde gene de yanlış buldum. İnsanların ortasında gerizekalı diye bağırılan bir çocuğun da ilerleyen zamanlarda annesi ile iletişiminde çok da saygı tesis edilemeyeceğini ve çocuğunda benzer davranışlar sergileyeceğini düşündüm. Anne olmak çok güzel ama kabul ediyorum yorucu ve yıpratıcı. Gene de anneyim diyorsak bazı şeylere katlanmak, çocukların zor dönemlerini atlatmak için daha sabırlı ve donanımlı olmak gerek, özellikle iletişim kurarken! Bunları düşünürken dua ettim Allahım sen beni bu kadın kadar gözümün dönmesinden koru, böyle bir anneye dönüşmekten koru diye.
Neyse bugün de günlüğüme birşeyler yazabilmenin keyfi içindeyim. Her ne kadar eşimin internette facebook'a, msn'e takılan blog yazan insanlara çok boş vakitleri var, işsiz güçsüz bunlar galiba diye takılmasına rağmen gizli gizli bloğumu yazmaya, facebook sayfama bakmaya devam ediyorum. Zaten yakında devam ettiğim doktora programında dersler sıkıştırmaya, sınavlar yaklaşmaya başlayacak o zamana kadar kızımın uyuduğu saatlerde kendime ayırdığım bir lüks laptopuma sarılmak. Hele de bakıcının izinli olduğu bir pazar gününde yemeklerimi yapmış, tüm işlerimi halletmiş olmam sayesinde bunu yapabilmek daha da keyif verici.

24 Eylül 2008 Çarşamba

Öyle düşünüyorum işte

Eskiden beri ne zaman arabaya binip şehir içi uzun yol yapacak olsam (Anadolu yakasında oturunca Avrupa yakası uzun yol oluyor misal), hoşuma gidecek bir şarkı buluncaya kadar radyo frekanslarında zaplar dururum. Çünkü hiçbir frekans sürekli istediğim gibi çalmaz, CD ler 2 dinlemeden sonra kabak tadı verir (en azından bir süre dinlendirmek gerekir). Ben de zaplar dururum. O günkü ruh halime göre, o an bana hitap edecek bir şarkı bulana kadar devam eder bu. Çok yüksek sesle müzik dinlemem yaşlanınca beni sağırlaştıracağına inanırım. Zaten bağırarak konuşmayı da sevmem, konuşanları da, şarkı söyleyenleri de... Bunlar normal insan davranışları, eee ne var bunda diyeceksin. Ama normal olmayan şudur ki müziğin sesini o gün hangi yaşta olmak istiyorsam ona ayarlarım mesela 25 yaşında mı olmak istiyorum o zaman ses 25'e ayarlanır. Takdir edersiniz ki hergün aynı yaşta hissetmem de pek mümkün olmaz. Eee kadın ruhu otuzlu yaşları da pek kolay kabullenmez. Yani 20'li ses düzeylerinde gezer dururum. Ancak çoook hoşuma giden bir şarkı olursa umursamam kaç yaşına çıktığımı açarım sesi sonuna kadar.
Herkesin böyle tuaf davranışları vardır muhakkak, yok diyen yalan söyler. Ben çevremdekilerden görüyorum en azından. Misal eşim uyumaya çalışırken odada kitap defter, kalem varsa toplar odanın dışına çıkarır. Çok stresli olduğundan uykuya dalmak da zorluk çekiyormuş, bunlar da ona işini hatırlattığından dikkatini dağıtıyormuş. Yahu benim dekorasyon dergimin senin uykuya dalmanla ne ilgisi var diye dalga geçerim ama hepimizin tuaflıkları var işte.
Söz gelimi çocukken çoğu kişi obsesif bozukluklar yaşar, halı kenarlarına basmamak, elektrik düğmelerine belli sayıda basmak, hep aynı adımları atmaya çalışmak falan. Bende de vardı, geçti yıllar önce. Ama o zamanlar tek manyak benim sanırdım. Sonradan biraz psikolojiye giriş falan okuyunca pek yaygın bir çocukluk davranışı olduğunu öğrendim.
Bugün de kimseye söylemeye cesaret edemediğimiz tuaflıklarımızın evlilikte pek gizlenme olasılığı olmadığını, belki de çok aşık olduğumuz kişinin karizmasını tüm evlilik boyunca koruyamamasının bundan kaynaklandığını düşündüm. Tabi eğer gerçek aşk varsa onu tüm davranışları ile kabullenip siz de karşınızdakinin aynı anlayışlı limanına sığınıyorsunuz. Tuaflıkları seviyor, tuaflıklarınızla seviliyorsunuz ve de gerçek yakınlık bu oluyor. Yakınlık problemi çeken, ilişkilerinde dikiş tutturamayan, hatta evlenemeyen insanların temel korkuları belki de budur. Yani biriyle safi yakınlık yaşarlarsa karizmayı çizeceklerinden korkuyor olabilirler. Demem o ki sizin evinizde asla tuvalete girmeyen sevgiliniz aslında okuyacak birşey olmadan tuvalete giremiyor, annesi ile tanıştırmak istemeyen sevgiliniz deli bir anne ile yaşıyor, sizinle tatile gelmek istemiyorsa sırtındaki kıllardan utanıyor olabilir. Ümidinizi kesmeyin.
Pek daldan dala oldu ama bir yere bağladım düşüncelermi sonunda. Bugün radyoda fazla zap yaptım etkisi geçmedi sanırım. Eh benim yakın yakınlık problemim olmadığına göre gidip yatak odasındaki kitapları toplayayım bari.

21 Eylül 2008 Pazar

Sezen Aksu

Genç kızlığım Sezen şarkıları dinleyerek geçti. Bugün artık sevmeyenleri bile var (o zamanlar onu sevmeyen ölsündü). Kendi bile insanların onu ilahlaştırmasından rahatsızlık duyduğunu, herkes gibi işini yapan ama iyi yapmaya çalışan biri olduğunu söyleyerek ona dair tabuları yıkmaya çalıştı.. Tüm bunlara rağmen bendeki Sezen klişesi geçmedi. Gençken anlatmak istediğim herşeyi anlatan insan olduğundan mı, yaşlandıkça gençlik anılarına sarılmanın belirtisi olarak mı diye soruyorum kendime. Şimdi laptopumda bir şarkısı çalıyor hangisi söylemem ama dinledikçe anlıyorum ki hala söylediği satırlar beni derinden sarsabiliyor. Bazen benim yaşadığım birşeyi anlatıyor ama hiç yaşamadığım şeylerde bile anlattığı duyguları yüreğimin kenarını bir defterin sayfası gibi kıvırıyor. Hayatı boyunca (ki hayatları 2 ile başlayan yıllara gelmeyen) gençlerin ipodlarına bir tek Sezen şarkısı yüklememeleri beni hala hayrete düşürüp onlara acımama sebep oluyor. Çünkü o şarkıları sevmemek hiç aşık olmamak demek benim için, hiç aşk acısı çekmemek, hayatı hiç algılayamamış olmak demek, hiç birini kaybetmenin verdiği elindekinin kıymetin bilme olgunluğuna erişememek demek. Hayatımın her önemli dönemi onun şahane bir şarkısının eşliği ile geçmiştir. Kasetlerini arşivlediğim tek sanatçı, hiçbir ünlüye, buna yabancılar da dahil, fan olmama snopluğundaki ben onunla sohbet edebilmeyi george coolney ile yemek yemeye tecih edebilirim. Ama derdim imzasını almak ya da onu tanıyorum demek değil. Ona bu şarkıları yazdıran ruhu anlayabilmek, hayata o bilgece bakışı araklayabilmek, aşkı her yaşta böyle yüceltmeyi öğrenebilmek...

19 Eylül 2008 Cuma

Kışa Hazırlık

Önümüzdeki hafta itibari ile kış dönemimi açmış bulunacağım. Yeniden okulum başlıyor. Yıllar sonra öğrenciliğe dönen biri olarak (işletme doktorası yapacağı tuttu), lisans öğrencisi olduğum yıllardan bile daha disiplinliyim. Tabi akli baliğ olmamın bunda çok etkisi var. Artık herşey için emek sarfetmek gerektiğini ve emek sarfettiğim herşeyin de kımetli olduğunu öğrendim. Anne olmak da beni biraz daha planlı yaptı diyebilirim.
Neyse sonuç olarak kış geliyor, okul başlıyor. Yeniden tonlarca makale okunan ve bilgisayar başında geçen geceler kızımın ağlamaları ve benim onu sakinleştirmek için (insanların hem gereksiz bulma hem de imrenme karışımı tepkilerine rağmen) emzirmem ile bölünecek. Gece yenilen yemekler yazın binbir güçlükle verdiğim iki kiloyu fazlası ile yerine koyacak. Gerçi ben hazırlıklıyım, ne mi yaptım? Yanlardaki fazlalıklar çok zarif bir şekilde gizleyen ve ince olduğu için şişman göstermeyen iki adet harika hırka edindim :) Kızımın ve kendimin kışlıklarını çıkardım (eşiminkilere hala sıra gelmedi o yüzden kocam hala tişörtlerle geziyor). Gardroplarımıza birkaç ekleme yaptım özellikle kızımın bir beden büyüen uzun kollu çıtçıtlı body'leri hemen mothercare'den tedarik edildi.Yaz başında ülkesine geri kaçan bakıcımızı 2 farklı bakıcı denedikten ve burnum sürtüldükten sonra ağlayarak geri çağırdım, geri geldi (onun da burnu sürtülmüştü)ve tekrar birbirimize sarıldık :) İki gündür yaz başında gitmesi ile kızımın bana yapışmasına sebep olduğu için şimdilerde kızımı uyutma savaşı veriyor ben de başka odalara gizlenip işini kolaylaştırmaya çalışıyorum. Ne de olsa okul başlayınca onun uyku saatlerinde evde olmayacağım için kızımın Halide (bakıcımızın adı) ile uyuması mecburi olacak.
Öte yandan yaz başında planlayıp hala yapamadığım işlerle dolu olan bir "to do" listem var. Çoğunluğu eşimin ofisi ile ilgili işler. O savsaklıyor ben de savsaklıyorum, ama düşen panjur bağlantları boyadan sonra hala eski yerni alamamış tablolar, geçen döneme ait bazı kağıt kürek işleri benim dersler yoğunlaşmadan halletmem için listeden bana göz kırpıyor.
Kızıma hamile kalınca bırakığım ve 2 yıla yakın tiksinip içmediğim sigaram yaz başında yeniden hayatıma döndü (sevindirici bir olay değil elbet ama başladım yine). Yaz boyunca balkonda rahat rahat içtik ama havaların soğuması ile kat kat giyinip balkonda oturma sıkıcı olmaya başladı şimdilerde balkona bir elektrik sobası almayı planlıyorum çünkü kızımın sağlığı için asla evin içinde sigara içmeyeceğiz. Kendimizi düşünmesek de onu düşünmek zorundayız. Umarım o büyüyene kadar sigaradan ölmeyiz :(
Bir de gardrobumun en gerekli parçası olarak almayı istediğim çizmeler var kafamda. Şöyle taba rengi kalın topuklu, taytları hatta dar kotları içine sokabileceğin kadar geniş bir çizme. Aslında hayalimdeki çizmeye çok benzeyen bir şey buldum bile ama sezon başı olduğu için 499 ytl etiket ile bana nanik yaptı. Acaba ne kadar zengin olursam 500 ytl'ye çizme almak bana normal gelir diye düşündüm. Hiçbir zaman almayacağıma kanaat getirdim. Hele de ithal olmayan yerli malı bu çizmenin sezon sonuna doğru dörtte biri fiyata satılırken bile satanın hala kar ettiğini bildiğim sürece hiç almam dedim. Zaten onu almayacağım için mevzuyu kocama açmaya bile gerek duymadım. Ona göre kadın giyiminde dönen para miktarı başlı başına bir delilik.
Sonuç olarak bir yandan hayallerimdeki çizmenin bütçemeuyacak bir alternatifini düşleyerek, to do list'i sürekli daha çok burnuma girecek bir yere asarak ve kızımı uyutma görevini devraldığı için Halide'ye gizli bir minnettarlık duyarak kışa hazırlanıyorum. Ama gene de bir anda kış gelmesin biraz sonbahar olsun diye dua ediyorum.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Yazılamayanlar

Ne çok şey var yazmak istediğim... Ama yazmak cesaret ister... Kayda geçer herşey yazınca. Hele internet dünyasında hiç kaybolmaz. Bir gün hiç ummadığın bir anda, sen unutursun el unutmaz, burnuna sokuverirler yazdıklarını.Korkakça birinin söylemleri gibi mi geldi? Kimbilir belki öyledir. Ama kendime dair yazmak istediklerimi yazmak için dayanılmaz bir istek duysam da ya birgün politikaya atılırsam, ya birgün ünlü olursam da herkes beni didik didik ederse diye yazamıyorum işte. Havadan sudan yazmak kolay da gerçekten düşündüklerimi yazmak zor. Olayları, insanları, geçmişi anlatırken bugünümde olanları ve yarınımda olacakları kırmadan, üzmeden yazmak imkansız. Sorulara, duygusal yargılamalara maruz kalmadan her istediğimi anlatmak için cesaretten fazlası, kaybetme korkusuzluğu lazım. Ama insan elde ettiği mutluluğu kaybetmeyi göze alıyorsa akıllı değildir. İşte bu yüzden ne yıllardır hayatım hakkında yazmak istediğim romanı, ne tutmak istediğim günlüğü ne de yazmak istediğim mektupları yazamıyorum. Oysa yazacak o kadar cümlem birikmiş, o kadar adresim var ki... Zamanla kayboluyor cümlelerim, unutuyorum eskiye dair olayları, anıların bir kısmı bilinçaltımdaki korumacı bir el tarafından siliniyor. Bugünümü ve yarınımı korumak isteyen bir el...Ve yine işte bu yüzden geriye kalan iyi kötü anıları, geçmişi, düşüncelerimi yazmak için daha özgür olacağım günleri bekliyorum. Yaşlı, sevdiklerin kaybetmiş, ölmeye yakın günleri... Bırakın önemli şeyleri, en basitinden şimdi eşim olan insanla flört ettiğimiz zamanlarda yaşadıklarımı bile birgün babam okursa diye yazamam (eşimle okulda tanıştığımızı sanıyor). Hele 1,5 yaşındaki kızımın annemin anıları diye okuyacağı satırlarda ona kötü örnek olma korkusu taşımadan birşey yazmam mümkün mü? Daha dün akşam Orhan Pamuk'un son romanı Masumiyet Müzesini bitirdim. Orhan Pamuk'un Rüya adında bir kızı var. Romanı okurken bazı yerlerde "insan kızınında okuyacağı bir şeye nasıl bunları yazar" diye düşünmeden edemedim. Sonuçta kurgu bile olsa "babamın kurguladığı sevişme sahnesini" okumayı ben istemezdim doğrusu.Sanırım ülkedeki pek çok kişi gibi ben de yazar olmak istiyorum ama bu yaşa kadar olamayışımın altında yazamamak değil yazmakta korkmak yatıyor Belki de yazar olabilenler ile hep "hayatım roman" diyenler arasındaki fark budur.Hadi itiraf edelim yazamayacağımız pek çok şey yaşıyoruz, hayal ediyoruz, kurguluyoruz. Ama en elit yaşam alanlarında, sosyal çevrelerde bile muhafazakarız. Başkalarının yazdıklarını rahatlıkla okuyabilir, yorum yapabiliriz ama tanıdıklarımız yazmışsa vay onların haline.Uzun lafın kısası benden bomba etkisi yaratacak roman, anı kitabı, biyografi falan çıkması 70 yaşımı bulur tabi o yaşa kadar yazılamayanlarımı hala hatrımda tutabilirsem.

Şiir

Eskiye dair pek çok şey var aklımda
Sana dair, bana dair
Pişmanlık yok aralarında...
Şimdi mutsuzum sanma hayatımda
Mutluluk ince ayar yapmaktır FM radyoda
Ve ben mutluyum olduğum frekansta...
Ama bu gelmesin unuttuğum anlamına
El yazından, dudak kıvrımına
Hatta annenin dantel örtülü bir koltukta
Çekilmiş fotoğrafına...
Herşeyin aklımda...
Diyebilirsin ki madem mutlusun orada
Pişman değilsin beni bıraktığına
Ne gerek var bunları hatırlamaya
Hatırlatmaya...
Ama hayatına dair her hatıraya
Özellikle genç ve kaygısız zamanlara
Daha çok sarılıyor insan
Malasef, yaşlandıkça...
Hele tüketilmemiş aşklara
Kirletilmemiş duygulara
Düşman olmamış simalara
Hala iyi dilek yollayanlara
Bir selam yollamamak
Sevgiyle anmamak
Hatırlamamak
Olmaz mı insafsızca?