21 Aralık 2008 Pazar

Bu Aralar Beğendiklerim

İnternette spesifik bir şey aradığımda bazen saatlerce kaybolduğumdan hatta sonunda ne aradığımı unutup bambaşka sayfalara baktığımdan daha önce de bahsetmiştim. Ama bazen de tersi oluyor aslında bana lazım olan bazı şeyleri alakasız sayfalarda dolaşırken buluyorum. Özellikle blogları okurken, başkalarının kendi sayfalarındaki favorilerinden çok güzel sitelere ulaşabiliyorum. İşte bu yüzden ben de kendi sayfamda ara ara beğendiğim sitelerden bahsetmeye karar verdim. Kimileri zaten bunları biliyor olabilir ama belki benim gibi geç keşfedenler için faydalı olabilir.

1.Portakal ağacı (http://www.portakalagaci.com/) çok güzel bir yemek sitesi, aslında başka içerikleri de var ama blog tarzında yazıldığı için biraz sırasız sunulsa da sayfanın sağındaki katagorileri kullanıp hem çok değişik hem de lezzetli yemek tariflerine ulaşabilirsiniz. En güzeli de sayfayı yapan kişi yaptığı her yemeğin şahane fotoğraflarını koyuyor (bunda profesyonel anlamda işinin de bu olmasının bir etkisi var tabi). Çerkez yemekleri arayanlar burada benim daha önce adını bile duymadığım tarifleri bulabilirler. Ben en son ev pidesini denedim gerçekten çok kolay ve güzel oldu.

2.Begenmezsen Okuma (http://www.begenmezsenokuma.blogspot.com/) 40 yaş üstü bankacı bir hanımın, tasarruf, yatırım ve ev ekonomisi konulu bloğu. Bireysel emeklilik, yatırım fonları, nasıl para biriktirmeli, evde tasarruf yöntemleri gibi konularda bilgi edinip, biraz pintileşmek için ilham alabilirsiniz.Ekonomik krizin olduğu şu günlerde bence teması harika, çok tutumlu biri olmasam da her okuyuşumda etkisi bir süre devam ediyor J

3(http://www.look4design.co.uk/) Bu sitede dekorasyon üzerine çok güzel resimler var. Her ne kadar ben yıllardır evimde bir minderi yerinden bile oynatmasam da bu aralar gelecekteki yeni evim için kafayı dekorasyona sarmış durumdayım.

4.( www.bunlardanistiyorum.com/) Değişik hediyelikler bulmak için ideal bir site, bakın karar verin.

5. http://www.style-files.com/ yine dekorasyon ama ilginç fikirler var, duvara yapışan christmas tree fikrine ve yastığa geçirilen kemere bayıldım.


Bu arada beğendiklerim başlığı altına yine kitap ve film değerlendirmelerimi de ekleyeyim:
Maeve Binchy’nin “Bu Yıl Farklı Olacak” kitabını okudum en son, ama ne yalan söyleyeyim kadının ben de tüm kitapları var ve diğerleri ile kıyaslayınca bunu o kadar sevmedim belki de christmas temalı kısa öykülerden oluştuğu içindir. Uzun romanlarda daha başarılı bence.
Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” kitabını aldım, ama eşim benden önce kaptı henüz okuyamadım. Söylediğine göre güzelmiş.
Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Menu”sunu da almıştım, henüz bitirmedim ama dizisinin önüne geçeyim diye aldığım kitapta dizi ile hayli farklı olduğunu gördüm, amaca hizmet etmedi. Genelde kitaplar dizilerden ya da filmlerden daha iyi olur ama bu sefer dizi daha cazip geldi. Daha çok entrika, daha fazla karakter olduğundan mı, yoksa Beren Saat’in güzelliği ve harika kıyafetleri beni çarptığından mı bilinmez, kitapta yavaş kaldım henüz bitmedi, gerçi yarıyı geçtim ama bakalım ne zaman biter.
Arielle Dombasle’nin “Amor Amor” albümünü aldım, bildiğim ve bilmediğim ama hepsi ruhumu okşayan şahane parçalar var, bayılarak dinliyorum.
Pek çok arkadaşım arabesk buluyor ve eşim de sevmiyor ama acaba Ebru Gündeş’i de alsam mı diye düşündüğümü itiraf ediyorum. Kadının sesini fazla kalın bulsam da bu sefer parça seçimleri güzel gibi geldi. Bu ne karışık müzik zevki demeyin, hüzünlü aşk şarkıları bu mevsimde süper gidiyor ne de olsa.

18 Aralık 2008 Perşembe

İşsizlere Acımayın


Başlığım size acımasızca gelebilir, ama okuyun siz karar verin. Herşeyden önce sözüm gerçekten iş arayan ve mesleği ile ilgili bir iş bulamayanlara değil. Ya da dört yıllık üniveriste okuyup, üstüne master yapıp bir de aile geçindirme derdi olanlara 1000 ytl maaş teklif edildiğinde işi kabul etmek istemeyenlere bile kızmam, çünkü haklılar. Benim kızdıklarım vasıfsız olan, aslında çalışmaya ihtiyacı olan, para kazanmak isteyen ama bunun için çalışmak istemeyenler. Öylesi de mi var demeyin, bu konuda bir dokun bin ah işit durumundayız.
Eşimin kendi ofisi var, tek başına çalışıyor ve bu ofiste ona sekreterlik, asistanlık yapacak, ofisi çekip çevirecek birine ihtiyacımız var. Üstelik neredeyse hiç bir vasıfa ihtiyaç yok, tabi akıl ve çalışma isteği haricinde. Sektere olacak arkadaşın, işimiz gereği yazın bir ay tatili, şubat tatilinde bir hafta tatili var, Haziran ve Ağustos’ta da oldukça az çalışıyoruz ve bu kadar tatile rağmen maaşını tıkır tıkır alıyor. Yoğun olan günler Cumartesi Pazar (izin günü Pazartesi), diğer haftaiçi günlerde de bazen 2, bazen 3 gibi ofisi açıp akşam sekizde de çıkması gerekiyor. Ofiste kıyafet zorunluğu yok (çalışıyorum diye gardrop düzme derdi yok), o anda işi yoksa kitap okumak, internete girmek serbest, mutfak elinin altında sıcak soğuk içecekler, tostlar ne isterse alıp yiyebilir. Ofiste ücra bir semtte değil Etiler’de. Müşterilerimiz öğrenci olduğu için ortam neşeli ve sıcak, ofis dekorasyonu bile neşeli. Lise mezunu (hatta akıllı ise ortaokul mezunu bile olur), aile geçindirmeyen ama paraya ihtiyacı olan, bir genç kız ya da açıköğretim öğrencisi gibi biri için süper bir iş olduğunu düşünüyorum. Eğitimine göre de 750 ile 900 arası da bir maaş teklif ediyorum, ssk da tıkır tıkır ödeniyor. Yani daha ne olsun diye düşünüyorum. (Master’lı kardeşim bir bankanın muhasebe departmanında 2 yıldır çalışıyor ve onun maaşı bile 1200, üstelik ücretsiz fazla mesaileri de cabası)
Gel gör ki bu ofiste çalışacak birini bulamıyoruz. Bir yıl idare ettiğimiz ortaokul mezunu ve sünger, kolonya yazmayı bile beceremeyen (sünğer, kolon yağı yazıyor), insanların isimlerini bile yanlış yazan hatta ayıptır söylemesi ama ter kokan eski sekreterimizi daha iyisini buluruz diye işten çıkartmış ama 4-5 kişi deneyip “Allahım ne kadar dengesiz insan var” diyerek sonunda geri çağırmıştık. Akıllı değil ama dürüst diyerek geri çağırdığımız bizim eski sekreterin, geri gelince (bu arada evlenmiş) dürüstlüğünü de kaybetmiş, daha da tembelleşmiş olduğunu görünce yine sabrettik bir süre ama artık sabır taşı çatladı. Birkaç örnek vereyim siz de anlayın:
-Ofiste boş bir poşet söylenmezse 3 hafta aynı yerde durabiliyor, kaldırılmıyor
-Telefonla arayan kişiler bile doğru düzgün not alınmıyor
-En yoğun gün olduğumuz günlerde sabah bir kalkıyoruz bir mesaj: hastayım işe gelemeyeceğim. Üstelik neredeyse 2 haftada bir oluyor.
-Işığı yanan bir odanın lambası kapanmıyor, dış kapının bile açık unutulduğu oluyor vs.
-En kötüsü ise sürekli yalan söylüyor: temizlikçinin gelmediği bir gün gelip erken gitti parasını ben verdim diye temizlik parasını cebe indirmesi, yapması söylenen işleri yaptım ama olmadı diye sallaması gibi. Üstelik bunlar ortaya çıkınca bile pişkinliği bozmayıp yalanı uzatması da cabası.
Daha milyon tane aklınıza sığmayacak olayı var, yaz yaz bitmez. Bir de üstüne hamileyiim demez mi (ki işe girerken en az 3 yıl çocuk yapmam diyordu). Hadi bizim işi bırak, kendi açısından bile kocası 600 ytl maaş alan, daha evleneli bir yıl olmayan ve yaşı da 21 olan biri için, 400 ytl de kira verirken çocuk yapmak ne kadar mantıklı bilemiyorum.
Biz de haliyle yeniden sekreter aramaya koyulduk tabi. Önce etrafta ne kadar dükkan varsa hepsine girip işe ihtiyacı olan tanıdıkları olabilir diye telefonumu bıraktım, kapıcıya falan da söyledim. Sadece bir kişi aradı ve görüşmeye geldi. Biz aslında beğendik ama evi uzakmış düşüneyim sizi ararım dedi, bir daha aramadı. Baktım bu böyle olmayacak, Hürriyet’in İK ekine Pazar günü, kutu içinde, küçük sayılmayacak bir ilan verdim ve memlekette işsizlik, kriz var denirken kaç kişi aradı tahmin edin. Sadece 15! Üstelik ilanda bağlayıcı tek koşul olarak sadece 18-30 yaş arası ve lise mezunu birini aradığımızı yazmıştık. 35 yaş üstü olanları eleyip 8 kişiye randevu verdim ve kaçı görüşmeye geldi? Sadece 2! Gelenlerden bir tanesi de görüşmeye yarım saat geç kaldı (bir de otobüs geç geldi ama başka zaman geç kalmam dedi, gel de inan!).
Şimdi düşünüyorum ya insanlar iş aramayı bilmiyor, ya iş aramadan işsizim diye ağlıyor ya da memlekette işsizlik sorunu yok (en azından vasıfsız bayanlar açısından). Üstelik bizimki tek örnek değil. Evine çocuk bakıcısı, temizlikçi arayıp bulmayan arkadaşlarımdan da biliyorum. Geçenlerde Pakize Suda da yazdı: “Türkler çalışmak istemiyor, yabancılara rağbet ondan” diye. Haklı valla. Yani sekreterlik için Türkçe konuşması mecbur olmasa bir de yatacak yer problemi olmasa sekreteri bile yurtdışından ithal edeceğim (tıpkı bizim çocuk bakıcısını yaptığımız gibi).
Anneannemin “fakir fakir olmaz akıllı olsa” diye bir lafı var. Şimdi anlıyorum. Benim eşim de yokluk içinde büyümüş, sıkıntıyla okumuş biri ama bugün Boğaziçi Üniversitesi mezunu kendi işi olan bir adam ise gençlik yıllarında az paraya sebat edip, kendini göstermek için deli gibi çalışmasının büyük payı var. Hala da ya birgün işim olmazsa korkusu taşıyor. Ben refah içinde büyümeme rağmen, üniversite yıllarında tek başıma yaşarken babamdan fazla harçlık istememek, istediğim bazı şeyleri kendi paramla almak için anketörlük, telefonla pazarlama, promosyon dağıtımı bile yapmışlığım var (ki babam hala bunları bilmez). Yine mezun olunca iş bulana kadar sabhlara kadar üç kuruşa çeviri yapardım. Mezun olunca girdiğim eğitim danışmanlık firmasında, Boğaziçi mezunuyum triplerine girmeden fotokopi çekmek, asistanlık yapmak hatta müşterilere çay kahve yapmaya kadar her türlü ayak işini yapmışlığım var. Hatta son işimde ihracat uzmanı olarak çalışırken, siparişin çıkışı yetişsin diye depoda ambalaja yardım eder, minicik cüssemle (o zamanlar 52 kiloydum) koli taşımışlığım bile var. İşine saygısı olmayan, işini iyi yapmayan, çalışmak istemeyene ne burda ne de işsizliğin olmadığı ülkelerde iş yok.
İşte bu yüzden artık işsizim diyene acımıyorum, siz de acımayın emin olun iş var ama çalışan yok!

16 Aralık 2008 Salı

Issız Adam


En kötü huylarımdan biri, en sıkışık zamanlara başka işler sıkıştırmam, durumu kendim için daha da zora sokmamdır. 30 sayfalık bir odev verip sunumunu yapacağım, eşimin ofisi için görüşmelerimin olduğu bir haftaya, bir de bir arkadaşıma, gösterimden kalkmak üzere olan Issız Adam filmine beraber gitme sözü verdim. Söz verince kolayca cayabilen tiplerden olmadığım için de, sabah 11.15 seansı gibi benim için abuk bir saatte sinemaya gittik (ki gece 5’de yatmıştım). Neyse görmesem, vizyondan kalksa pişman olurdum o bakımdan iyi oldu. Ama tabi filme gidince film hakkında yazmak da bana farz oldu!
Birçok kişi filmden ağlayarak çıktığını yazmış, özellikle de erkek karakter Alper için ağladıklarını söylemişlerdi. Beraber gittiğim kız arkdaşım da onlardan biri oldu ve filmden ağlayarak çıktı. Ben ise “beter olsun lavuk” diyerek... Sebebine gelince tabi ki anlatacağım.
Filmin konusuna girmeyeceğim, izleyenler bilirler, izlemeyenlere de ayıp olmasın. Öncelikle filmin izleyici kitlesi ile ilgili bir tespitim var. Filme giden kadınları üçe ayırabiliriz. Birinci grup benim hala şanslı mı şanssız mı olduklarına karar veremediğim, ilk flörtleri ile evlenen veya gerçek bir ilişkiyi sadece eşleri ile yaşamış olanlar. İkinci grup daha önce başka ilişkileri olmuş ama sonunda evlenmiş ve mutlu kadınlar, üçüncü grup ise filmdeki gibi ilişkileri yaşamış, terkedilmiş ve filmdeki gibi adamlar yüzünden hala mutluluğu yakalayamamış kadınlar (ki şu an evli ya da bekar olmaları fark etmez).
Sanırım filme ağlayanlar birinci ve üçüncü gruptakiler. Birinci grup nedense adama acıyıp, durumu dramatik bulanlar. Üçüncü grup ise adamdan ziyade kendine ağlayanlar, acaba beni terk eden adam da arkamdan böyle üzüldü mü diyenler. İkinci gruptakiler ise yani benim gibiler ağlasak ağlasak ancak kıza ağlarız, ki bence onun da ağlanacak durumu düzelmiş, artık gerek yok. Adam içinse tek söyleyeceğim “beter olsun, hatta bence sonunda siroz falan olmalıydı” demek.
Çağan Irmak’ın hikayesi çok bilindik bir metropolitan ilişki hikayesi, sadece daha önce kimse ilişkileri anlatırken bu kadar dürüst olmadığından (en azından erkekler açısından) çarpıcı gelen bir hikaye. Ve bence filmin adı adama acıyan şekilde “Issız Adam” değil “Alçak Adam” olmalıydı.
Bağlanma korkusu sadece erkeklere has değil, bilmeliler ki kadınlar da bağlanmatan korkuyor. Biri ile evlenin ya da ilişkiye girin farketmez, anlamı şudur ki: “ben sana, başka sevgili, başka aşk ihtimallerinden, hatta daha iyi olma ihtimallerinden bile vazgeçecek kadar değer veriyorum”. Bu bir fedakarlıktır, hele de gençseniz daha da büyük bir fedakarlıktır, çünkü gerçekten daha iyi, daha harika sevgililer bulma şansınız gerçektir, varsayım değildir. Buna rağmen birini sevmek ve o sevgiye sahip çıkmak da cesaret isteyen bir şeydir. Ve bu konuda kadınlar erkeklerden daha cesurdur.
Sonuç olarak filmi izleyin mutlaka, ama ağlarım diye gitmeyin, seyrettikten sonra ağlayıp ağlamayacağınız zaten sizin hikayenize bağlı olacaktır, boşuna mendil almak için erken davranmayın.

12 Aralık 2008 Cuma

Yılbaşı Hazırlıkları ve Çelişkiler

Yılbaşı yaklaşıyor ve benim içsel çelişkilerim artıyor. Her sene birden fazla soru kafamı kurcalıyor. Öncelikle Müslüman’ım, dinimden de memnunum. Ama seremoni sevdiğimden midir nedir bilemiyorum, başka dinlere ait özel günler de çok hoşuma gidiyor. Tahmin edeceğiniz gibi birinci sırada da noel geliyor, gerçi paskalya, şükran günü gibi günleri de severim ama onları kutlamaya yeltenmem de noel zamanı pek çekici gelir. Bunda da seyrettiğimiz Amerikan filmlerinin, caddelerimizi dolduran yabancı kaynaklı mağazaların büyük payı var sanırım. Gerçi biz noel haftasını değil sadece yılbaşı gecesini biliyoruz ama aslında yurtdışında olduğu gibi İstanbul’da da yılbaşından önce noel haftasında caddeler ışıklandırılmış, mağazalar süslenmiş, alışveriş çılgınlığı tetiklenmiş oluyor. Bize ait olmasa da hatta bir yanım bir Müslüman olarak kutlamamın abesle iştigal olduğunu söylese de yabancıların noel seremonilerini itiraf ediyorum ki seviyorum. Çünkü noel, hediye vermeyi, evi süslemeyi, parti vermeyi, güzel sofralar hazırlamayı içeriyor ve bunlar da benim gibi bir terazi burcu kadını için estetik duygumu gıdıklayan şeyler. Rengarenk süslenmiş bir yılbaşı ağacına bakmaktan hoşlanmayan, hediye almayı ve vermeyi sevmeyen, güzel bir sofrada yemek yemeği ve eğlenmeyi istemeyen var mı bilmem ama bunlar benim için çok cazip. Her sene bu kutlama bana ait değil düşüncesi ve yılbaşını sevme suçluluğu ile kutlama isteği arasında yaşadığım çelişkilerin bu sene de vakti geldi. Geçen sene iki çift arkadaşımızı çağırıp, bir dolu yemek yapıp, hediyeler alıp, sofrayı ve evi süsleyip gecenin ilerleyen saatleri için XL Tabu oyunumu hazır etmiştim. Gerçi gece pek hayallerimdeki gibi olmadı, bir çift bankacıydı ve o gün çalışıyorlardı, bayan arkadaşım işten geç çıkınca kocası ondan evvel gelip duruma sıkılınca, biraz gerildiler, diğer çift zaten geç geldi ve yemek yemedi, üstelik bizim yatağımızda uyuyan çocuklarına bakma işi olduğundan anne olan sürekli yatakodası ve salon arası mekik dokumak zorunda kaldı. Kimse doğru düzgün içki içmedi, herkes erken kalktığı için erkenden uykuları geldi. Zaten geç gelen çift erken ayrıldı. Kalan gergin çiftimiz biraz rahatladı ama onlarla da başladığımız oyun çok sürmedi. Kısacası fiyasko değilse de hayallerimin eğlenceli gecesi değildi. Yemekler, süsler, hediyeler için plan, eylem ve ertesi gün temizliğini de düşününce geçen yıl bir daha bunu yapmayacağım dedirtmişti. Ancak yaklaşan yılbaşı yine beni düşündürmeye başladı. Çünkü bir içsel çelişki de yılbaşında ne yapılacağı konusunda yaşanıyor. Dışarı çıkmak kendi paranla rezil olmak demek, yemekler kötü, servis berbat, her yer kalabalık ve de aslında eğlence zoraki oluyor. Üstelik kızımı evde bakıcısı ile bıraksam ikisini de terk etmişim gibi suçluluk duyuyorum. Ayrıca araba kullanacaksan içki içemiyor, yok içerim ama taksiye binerim dersen ya taksi bulamıyor ya da sermayeyi kediye yükler gibi gece tarifesinden hayli göçüyorsun (hele de en iyi mekanlar karşıda deyip Avrupa yakasına gidersen daha da fena). Çevremde benim gibi ev partisi veren ve bizi de davet eden yok, hanımlar yorulmak istemiyorlar ne de olsa. Eeee ne yapacağız, hiçbir şey yapmadan evde oturmak da bana çok acıklı geliyor. Daha önce onu da denemişliğim var ama sonradan birşey yapmamaktan da pişman olmuştum. Bu durumda kutlama konusunda, çelişkime rağmen kutlamayı seçeceğime ve dışarı da çıkmayacağıma göre geriye ne yapmalı ve kiminle yapmalı soruları kalıyor. Bu da ayrı bir çelişki, çünkü ev partisi düzenlemek tam bir sanat. Gelecek olanların birbirini sevip anlaşması, kişi sayısının ve kadın erkek sayısının eşitliği, muhabetti baymayanı bulmak, içki içen ama sarhoş olup ortamı bozmayanını seçmek, eğlence anlayışlarını tutturmak hayli zor. Buna uyku saatleri olan küçük çocuk ve bebekleri, bakıcıları, gelenlerin eve dönme problemlerini (uzaklık, içki problemi vs), yemek seçmeleri gibi sorunsalları da katınca herşey zorlaşıyor. Sonuçta ben o kadar yorulup uğraştıktan sonra herkes yemeklerimi yesin, soframı övsün, hazırladığım içkileri içsin, hediyelerimi beğensin, oyun oynamaya burun kıvırmasın, eşiyle kavga etmesin kısaca eğlensin istiyorum. Bunlar bencilce istekler olabilir sonuçta kendim eğlenmek için onlar da eğlensin istiyorum ama bunu haketmek için de yorulmaya razı geliyorum, o halde bencillik sayılmaz diye düşünüyorum. Önümüzdeki günlerde de çelişkilerimle başbaşa, bu sorunlu noktaları düşünüyor ve plan yapıyor olacağım, hadi bakalım hayırlısı.

Geçmiş Bayram Üzerine

Köşe yazarlarına öykünüp bayram zamanı eski bayramlar ya da kesilen kurbanlarla ilgili bir yazı yazmak vardı...Ama ben yaşamak yerine yazanlardan olmamak adına bayram boyunca laptopumu açmadım. Öyle olunca da yazım geçmiş bayram üzerine olacak haliyle. Anlatacağım şey de bayramda ne yaptığım. Aslında bayramları, hatta klişe haline gelen “büyüklerin çocukluk bayramları”nı çok severim. Ne zaman nostalji yapsam babamın “nostalji yaşlılık belirtisidir” lafını hatırladığımdan artık modern dünyanın günümüz koşullarında olabilecek en iyi bayramı geçirmeye çalışıyorum. Bayram öncesi evimi temizledim, çikolatalar (hem eve hem götürmek üzere) aldım, yemeklerimi hazırlayıp dolabıma koydum hatta zeytinyağlı dolma bile sardım (ki bu daha da bir yaşlanma belirtisi olsa gerek). Kızımın ve bakıcımız Halide’nin bayramlığını almayı, kendime de yeni sayılacaklardan bir bayram giysisi kombinlemeyi unutmadım. Eşim çok çalıştığı ve kısıtlı tatil imkanlarından biri olduğu için çalışmayacağı toplam üç gün için bir program yaptık. Birinci günü tamamen aileye aitti (ki bu kayınvalidem, görümcem, kayınbiraderim ve eşimin en sevdiği amcasını içeriyor). Genelde Ramazan bayramını burada, kurban bayramını ise Erzurum’da yaşayan benim ailemin yanında geçirdik. Ama bu sene abimin 6 yaşındaki kızı ile benim 20 aylık kızımın birlikteliğinin bize huzur vermeyeceğine kanaat getirdiğimizden, her gün misafirlerle dolup taşan, kurban kesmenin (genelde milka ineği büyüklüğünde bir şey oluyor) ve dağıtmanın ciddi bir seremoni olduğu baba evine sadece 3 gün için gidip orada da çocuklarla bir kabus yaşamak istemedik. Biz de kurban keseceğimizden diğer bayramlarda kahvaltıya gittiğimiz kayınvalideme bu sefer öğlen gitme kararı aldık. İlk defa erken kalkıp bayram namazına bile yetişen eşim dönünce mükellef bir sofrada hep birlikte kahvaltı ettik, aile büyüklerimizi arayıp bayramlaştık, bayram harçlığı, süslenme falan derken sonra eşim gidip kurbanımızı kesti. O arada ben de arkadaşlarımı aradım, çoğusuna da mesaj attım ama öyle genel ve saçma bir mesaj yerine hepsine ayrı ayrı mesaj yazdım. Sonra eşimin getirdiği etleri parçalayıp poşetledik. Sonra da kayınvalideme gittik. Bu sene yemekden ziyade bir çay sofrası olmasını kararlaştırmıştık, bu sebeple ben de arife gününden iki tepsi poğaça yapmıştım. Kayınvalidem dayanamayıp yemek de pişirse de hepimiz kısır, zeytinyağlı dolma, karışık kızartma gibi yiyeceklerle doyduk. Kızım da sofra zamanı öğlen uykusunu uyuduğundan mükemmel oldu, o uyanınca da tatlılarımızı yemeğe dışarı gittik. Akşama da eşimin amcasına davetliydik, orada başka akrabalar da vardı. Akşamı kızımın uyku saatine göre sonlandırıp evimize geldik. İkinci ve üçüncü günlerde de sevdiğimiz arkadaşlarla program yaptık, dışarıda buluştuk. Erenköy Play Barn, biz ve çocuklu diğer arkadaşlarımız için, biz sohbet ederken çocukların rahat rahat yayıldığı ve ablalar ile oyun oynadığı bir yer olarak kurtarıcımız oldu. Kapalı bir mekanda gezip, yiyip içip sohbet etmek içinse Palladium’a gittik. Üç gün su gibi akıp geçti. Her gün bir sürü insan gören, mekan değiştiren kızım da yorulmuş olsa gerek ki geceleri deliksiz uyudu. Her ne kadar annem, babam, abim, eşi ve yeğenimi görememenin burukluğu olsa da kısıtlı zamanımızı hem bayramı bayram yapan şeyleri yaparak hem de gönlümüzden geçtiği gibi arkadaşlarla buluşarak en iyi şekilde değerlendirdiğimizi düşünüyorum. Herkesin de güzel bir bayram geçirmiş olmasını diliyorum, her ne kadar geçmiş olsa da....

3 Aralık 2008 Çarşamba

Ballandırmak

Güzel bir başlık gibi gelebilir size bu. Ama aslında bana güzel gelmeyen birşeyden bahsedeceğim. Hayatını ballandırarak anlatanlara gıcığım var, yani kıskanıyorum diyeceğim ama inanmıyorum ki kıskanayım. Başta bazı köşe yazarları, sonra bazı blog yazarları, televizyonda program sunan tipler, hatta günlük hayatta karşı komşunuz bile oluyor bu. Halinden memnun olmak kötü bir şey mi diyeceksiniz. Tabi değil ama bana yapay geliyor. Yani kişinin kendine bir tipleme çizmesi ve anlattıklarını hep o çerçeveye sığdırmaya çalışması gerçekçi değil sanki. Söz gelimi Ayşe Arman, bir anlatıyor sevgilisi ile aşkını sanki Angelina Jolie, Brad Pitt ile evlenmiş (ki onların ki bile mükemmel değil). Sonuçta kel kafalı bir adam, sen seviyor olabilirsin ama bizim gözümüze sokmana ne gerek var J Üstelik aynı adamı, iyi bir şirkette üst düzey yönetici olmasa, ona Dubai’de bu hayatı sunmasa ve de hepsinden önemlisi onu sosyeteye sokup hem statüsüne hem de röportaj dosyasına katkıda bulunmuş olmasa sever mi ya da bu kadar ballandırır mı bilmem.
Sonra annelik sitesi sahibi biri var ayrıca garipsiyorum. Annelik üzerinden kendine ekmek kapısı açmış, iyi güzel ama sanırsın bir o anne. Yazılarında da bir dili var, şöyle yapmalıyız, böyle etmeliyiz diye, insan sanıyor ki ben dünyanın en kötü annesiyim böyle olamıyorum ya da bu kadın mükemmel anne.
Yine televizyonda bir el becerisi programı var, ki ilk başlarda ben de seyrediyor ve biraz zevk alıyordum ama gittikçe dozu kaçtı, “hiçbirşeyi atmayalım, herşeyden bir şey üretelim” teranesi mutlu ev kadını ballandırmasının dozunu kaçırdı, millet gösterilenleri yapmak için ekstra masraf eder oldu.
Yine bir komşum, havuzlu, fitness center’lı bir sitede bahçe dubleksi alıp taşınan bir başka komşumuzun evine binbir türlü kusur bulurken, daha mütevazi bir sitede yatırımlık aldığı 2+1 daireyi bir ballandırıyor ki sormayın, insan diyor ki “bahçe dubleksi de neymiş ne salaklık!”
Bir başka tanıdığım ise gittiği doktordan, aldığı makarna markasına kadar herşeyinin azimli bir savunucusu. Kendinizi kaptırısanız bir üst sınıf arabanızı satıp onun bir alt sınıf arabasının aynını almak isteyebilirsiniz, çünkü o kadar şahane ki!
Hele bir arkadaşım aşırı kiloları yüzünden gittiği diyetisyeni ile arasındaki diyaloğu anlattı, artık koptum. Diyetisyen demiş ki “... hanım siz aslında çok güzel bir bayansınız ve bunun bilincindesiniz, bu yüzden zayıflamaya azmetmemişsiniz”. Bunu söylerken de güzelliğinden emin bir yüz ifadesi yapıyor. Üstünden 4 ay geçti hala gülüyorum, hatta şu an yazarken bile J
Nedir bu ya anlamıyorum! Galiba bizim ailede bir bozukluk var. Annem biz büyürken o kadar çok “aman söylemeyin, nazar değer” dedi ki, hiçbir şeyimizi övemez, ballandıramaz olduk. Bugüne kadar kimseye ben de şöyleyim, benim de şuyum şahanedir, aman da benim aldıklarım, bak bunu ne şahane yaptım demedim. Yeni aldıklarımı ısrar edilmediği sürece göstermekten, varımı bilmeyenlere söylemekten korktum. Sahip olduklarına şükretmek, onlarla mutlu olmak güzel ve doğru ama bunları ballandırmak, ortaya sermek yanlış geliyor bana. Hele herşeyi mükemmel yapdığını söylemek, kendindekini en mükemmeli bende diye lanse etmek, kendi fikrini başkalarına en doğru diye dayatmak, kusursuz insan portreleri çizmek daha da tuaf. Ya da ben tuafım belki de çünkü bırakın kendimi ballandırmayı birisi iltifat etse utanıyor hemen söylediği “başarıma, iyi yönüme veya her ne ise ona” nazar boncuğu olsun diye kendimi yerecek, o söylenen iyi şeyi azımsatacak birşey ekliyorum. Çünkü kabul etmek hatta “evet öyle” diye sazı elime alıp kendimi abartmak bana uymuyor. Çünkü kıskanılmak istemiyorum, nazar değer diye korkuyorum. Hep bu annelere sebep, anne nasılsa kızı da öyle oluyor galiba. Benim annem eşi ile kavga eden arkadaşa “aman benimki de öyle” der, kendi kocasının asla yapmayacağı birşey olsa da. Asla evimizde kavga olmamış olmasına rağmen, başkalarına her evde kavga olur der. Çok şıksınız diyene siz de öylesiniz diye mukabil eder. Yeni elbisesini onu alamayacak olanların yanına giymez, olmayanın yanında takısını takmaz, hatta bazen kendinden fazlası olanın yanında bile takmaz. Ondan böyle kendimi ballandırma özürlü oldum herhalde diyeceğim. Ama bak yazarken farkettim ben de ballandıracak birşey buldum: annemi ballandırdım biraz. Hemen düzelteyim tevazu abidesi gibi görünmesin kendinin pek çok gıcık olduğum huyu vardır.
Siz bana bakmayın, eğer gerçekten kendinizi inandırıyorsanız ballandırabildiğiniz kadar ballandırın!

Hayatı başkaları üzerinden yaşamak

Hıhh bu ben değilim diyorsunuz, değil mi? İnsanın öyle olsa bile kendine dahi itiraf edemeyeceği bir itham bu. Bir kere başkalarının ne dediğine aldırmamak daha cool bir duruş. Başkaları üzerinden hayatı yaşamak ise tam bir looser (hayatta kaybeden) vaziyeti, ezik mi ezik bir şey. Kimse böyle yaptığını kabul etmez. Tıpkı herkesin kendi aklını beğenmesi gibi başkalarının ne dediğine de aldırmadığımızı söyleriz. (Bu arada yeri gelmişken söylemeden geçemeyeceğim. Bu lafa bayılırım: “Dünyada en adaletlice dağıtılan şey akıldır. Neden mi? Çünkü kimse kendine düşen akıl hissesinden şikayetçi olmaz. Nasıl olsun ki aklını beğenmemesi için aklından ötesini görmesi gerekir.”)
Hepimiz kendimizi diğerlerinden farklı, herkesten daha özel, şahsına münhasır olduğumuzu zannediyoruz. Kendine güvenli, kendi için yaşayan, sadece kendi istediklerni yapan portreler çizmeye bayılıyoruz. Peki öyle miyiz gerçekten? Etrafımdakilere bakıyorum ve de kendime.. Pek de öyle olmadığını görüyorum. En basit örnek süslenip bir yere gidince “aaa kimin için süslendin?” diye sorarlarsa “kendim için tabi ki, ben hep kendim için süslenirim” diyoruz. Halbuki gerçekten kendi için süslenen kişi yanında kimse olmasa bile askılı ipek geceliği ile uyuyan, evde en şık kıyafetleri ile gezen, dışarı çıkmayacağı günler de bile saçına fön çektiren kişidir. Var mı böyle tanıdığınız?
Pek çok anne baba hayatı çocukları üzerinden yaşamıyor mu? Çocukları artık onlara ihtiyaç duymadıkları, fikirlerini almadıkları zaman boşluğa düşmüyor mu?
Muhitlerinin normlarına aykırı eylemlerini saklamadan gizlemeden yapan kaç kişi var? Mesela Fransız koleji mezunu bir arkadaşım, ortaokul mezunu kuzeni ile evlendi, tahmin edeceğiniz üzere düğününe kolejden bir tek arkadaşı bile davetli değildi. Bir başka arkadaşım evli bir adamla hem de eğitim seviyeleri hatta ekonomik durumları bile eşit olmayan bir adamla ilişki yaşadı ama böyle bir ilişkisi olduğunu ben çok sonradan başkalarından öğrendim ve devam ettiği sürece de asla diğer erkek arkadaşların konu edildiği gibi bunu dillendirmedi. Aaaa amma da arkadaşların varmış diyenleriniz vardır. Siz hep mükemmel kişilerle arkadaşlık ediyorsunuz değil mi? J
Mutluluk konusunda da durum aynı değil mi? Pek çok kişi elindekilere şükretmek için başkalarının kötü durumlarını görmeyi beklemiyor mu? Ancak başkları ile karşılaştırıldığında elimizdekilere kıymet biçmiyor muyuz? Gerçekte mutlu olmadığı halde aman millette ne kötü eşler var deyip bizim olana sarılmak, ya da tam tersi falancanın eşinin yaptığı bir şeyi bizimki yapmıyor diye carlamak, arkadaşınızın terkedildiğini duyduğunuzda her gün kavga ettiğiniz sevgilinizle olan ilişkiniz için tahtalara vurmak veya Ayşe’nin kocası gibi bir gün olsun beni şımartmadın diye kocanıza laf sokmak... Birini ya da öbürünü mutlak yapıyoruz.
Çocuklarımız da nasibini alıyor elbet, “falancanın oğlu ... okulunu kazanmış sen sınıfı zor geçiyorsun” gibi cümleler de karşılaştırmanın sonucu değil mi? Kızımın dişi yaşıtı olan çocuklardan birkaç ay geç çıktı diye eşime en az 3 kez sormuşluğum var: “acaba bir dişçiye mi gitsek?” Parkta salıncakta birbirini tanımayan annelerin klasik muhabbeti “sizinki kaç yaşında?”. Sorudaki maksatta şu, çocuğun boyunu, kilosunu, hareketlerini kendi çocuğu ile karşılaştıracak ki kendinin ki önde mi geri mi kalmış anlasın. Yanlış anlamayın ben de yapıyorum, farkım yok berikilerden. J
Daha da fena düzeyi var bu durumun, yani başkaları üzerinden yaşamanın; kendini değerli kılmak için başkalarını değersiz kılmaya çalışanlar, kendi mutsuzluğunu kapatmak için milleti birbirine katanlar, birinin bozulduğunu görmekten zevk alanlar, kendi güvensizliklerini kapatmak için hep karşısındakinin sinirine dokunacak eleştirilerde bulunanlar var hayatta. Sokakta gördüğü çok hoş bir hemcinsinin en acil tarafından bir kusurunu keşfetmek (özellikle kadınlarda), kendinden başarılı gördüğü birinin başarısız addeddiği bir yönünü bulmak (iyi iş buldu ama koca bulamadı, evlendi ama hala çocuğu yok vs.) bazıları için çok normal. Ama siz öyle değilsiniz, asla yapmazsınız değil mi? J
Etrafınızdaki arkadaşlarınızın, çalışma ortamını paylaştıklarınızın en az bir yönünü kıskanmıyor musunuz? Kıskanılacak hiçbir yönü olmayanlar zaten kayde değer değil sizin için, de...bir şeyini kıskandıklarınızın kusurları dikkatinizi çekmiyor mu? “Ay yakışıklı sevgilisi var, ama herif çok cimri”, “3 dil biliyor ama ne işine yarıyor sonuçta maaşı benimle aynı değil mi?”.
Bu liste böyle uzar gider. Demem o ki aslında hepimiz hayatı başkaları üzerinden yaşıyoruz. Bu kimi zaman kıskanmak, kimi zaman “millet ne der” diye kendimizi frenlemek veya saklamak, kimi zaman mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu başkalarının hayatları ile ölçmek şeklinde zuhur ediyor. Başkalarının ne dediğine aldırmayan, hep kendi istediği gibi yaşayan kimseye özenmeyen tipler gerçekten parmakla gösterilecek kadar az. Mesela Aysel Gürel gibi giyimininde, konuştuklarında, ilişkilerinde başkalarının etkilerini sıfırlayan insanlar var elbet. Ama onları da kısaca deli diye ayıklıyoruz. Rahmetli bir röportajında “bana deli demelerine izin verdim, böylece istediğim gibi davranma özgürlüğüm oldu” kabilinden birşeyler söylemişti.
Biz normal(!) insanlara ise tek seçenek kalıyor, hayatı başkaları üzerinden yaşamak ama öyle değilmiş gibi yapmak!