27 Kasım 2008 Perşembe

İşsizlik sendromu

Tatsız bir konu olmakla birlikte değinmeden edemeyeceğim. Son günlerde bangır bangır işsizlik konuşuluyor. Hiçbirimiz global kriz gerçekten Türkiye’ye ulaştı mı yoksa krizin “k”sı bile bundan fayda sağlayacak kişilerin ekmeğine yağ mı sürdü bilmiyoruz. Benim finansal piyasalara fazla kafam basmaz, borsa falan dimağımın pek almadığı şeylerdir. Risk sevmeyen, sağlamcı bir tip olduğumdan olsa gerek ilgilenmem, bu yüzden de bilgi haznemi bu konulara yormam. Ancak birkaç kez makro ve mikro ekonomi, şirket finansı, finans gibi dersleri almış biri olarak hala, durumu zorda olmayan, karı büyümekte olan koca bir bankanın 1400 kişiyi işten çıkarması ile krizi ilişkilendiremiyorum. Yine bir başka Türkiye devi firmanın ya sendika ya biz diye binlerce sendikalı işçisini işten çıkarmasının kriz başlığı altında değerlendirilmesini anlamıyorum. Bana öyle geliyor ki krizin lafı radikal değişiklik yapmayı, kadrolarını değiştirmeyi düşünen firmalara bahane oluyor. 1400 kişiyi tek tek işten çıkarmak için hepsine bahane bulmak zor, kriz geldi diye tek sebeple kapı önüne koymak kolay. Üstelik kriz olduğunda gerçekten perişan olanlarda zaten iş sahipleri değil ki, hangisi geçirilen bunca krizde batmış, hangisi bir jetini, bir yatını satmak zorunda kalmış? Kriz de batanlar da orta halli tüccar, esnaf falandır. İşsiz kalan beyaz yakalılardır. Açıkçası ben apolitik biri olmayı tercih edenlerdenim, zengin düşmanlığı yapan tiplerden hiç değilim, zengin olmak istemeyen insan var mı? Ancak üniversiteden 2000 yılında mezun olmuş biri olarak 2001 ve 2003 krizlerinin dilimde bıraktığı acı tat hala geçmedi. Türkiye’nin en iyi üniversitesinden mezun olup aylarca iş aramak, sonunda küçük bir firmada komik bir maaşa çalışmak, başvurduğum binlerce firmadan cevap bile alamamak, sonrasında da eleman alımını çoktan durdurmuş adam gibi uluslararası firmalardan hiçbirine girememek yüzünden, pek bir hevesle başladığım ve babamın “kızım akademisyen ol” öğütlerine “hayır ben özel sekötrde çalışacağım” diye atladığım çalışma hayatından çabucak sıtkımın sıyrılmasına sebep oldu. Benden birkaç yıl önce mezun olanların girdikleri firmalarda aldıkları maaşları ben 5 yıl sonra bile alamadım. Şansıma en berbat Türk firmalarında, en abuk şeylerle uğraşarak, verilen maaşa razı olarak çalıştım. İlk çalıştığım firmada kriz oldu diye patron öğle yemeklerini kaldırmış yerine sandiviç vermeye başlamıştı, hatta sandiviç malzemeleri buzdolabında duruyor onu bile biz hazırlıyorduk. İkinci çalıştığım firmada, genel müdür yardımcısının dinsel tacizlerine (modern görünüm altında yeşilci bir anlayışla İK yöneticiliği yapmam gerekiyordu), kriz bahanesi ile maaşların düşürülmesine (tam bu sırada kiralık plaza katının GM odasının parkelerini yenilemek masraftan sayılmıyordu) katlandım ancak bostancı maslak arası sabah akşam 4 saat alan ulaşım sorunsalına azalan eleman sayısı nedeniyle servisimizin iptal edilmesi ve 5 kişi bir arabada işe gelmek zorunda bırakılmamız eklenince koptum. Beşinci olan bendeniz her sabah Çamlıca’ya kadar kendi imkanları ile gidiyor, Çamlıca’da ikamet eden diğer 4 erkek ile maslak’a kadar korkunç bir yolculuk yapıyordum. Dinci geçinen bu pis kokulu adamlar bari önde sen otur bile demiyorlardı. 5 yıllık kısa iş hayatımda profesyonelliğe, insanlığa ve de insan dimağına sığmayan milyon tane hikayem oldu, anlat anlat bitmez. Sonunda ya delirip katil olacağım ya da işsiz kalacağım diye istifa edip çıktığımda yeniden işsizler ordusuna katılmaya fazla tahammül edememiş ve yine bulduğum ilk işe girmiştim. İstanbul’da tek başına yaşayan ve zaten evinde oturduğu babasından bir de cep harçlığı almayı gururuna yediremeyen biri olarak fazla şansım olmamıştı. Adam beni onca yıl okutmuştu ve işsiz olmamın onda yaratacağı üzüntüyü düşünmek beni daha da üzüyordu. Son işimde 2,5 yıl çalııp rekorumu kırdım. Orada da şaçmalığın dik alası denecek çok şey oldu ama o kadar kötü anmıyorum. Sonuç olarak ekonomik krizlerin sonuçlarını, işsizlik, sonra da “berbat işçilik” olarak bizati yaşadım. Ama gerçekte firmaların krizden falan etkilenmediklerini gördüm. Yemeğimizden kısan patronum Ömerli’deki Kasaba’dan kendine malikane tarzı bir ev aldı, maaşları düşüren genel müdür kısa süre sonra plazada daha lüks bir kata taşınma kararı aldı (kendi duşu olsun diye), son firmamdakiler de aynı teraneydi. Krizler vatandaşı, çalışanı vurdu patronu değil. Tabi işinin hem işçisi hem patronu olanları tenzih ederim.
Televizyonda işsizlik tartışılıyor gene, yine başa döndük. Ağlamaklı haldeki adam 28 yıllık çalışma hayatından sonra işsiz kaldığını karısından çocuklarından utandığını, ekmek getiremediği evde yemek istemekten utandığını söylüyor. Artık çalışmasam da, eşim kendi işini yapsa da korkuyorum, işsizlik lafı bile her an işsiz kalabilirim ve o duygusal sefilliğe geri dönebilirim hissi uyandırıyor. Allah’ım sen yardım et, hem işsizlere hem bize. Parasına para katanlara da akıl, merhamet ihsan eyle diyorum.

Kuaför teorisi

Şişmiş gözler ve asık bir suratla kuaförde oturuyorum, 5 dakika önce hışımla girdiğimde istediğim az kahveli neskafeyi yudumluyor ve geçen aya ait bir kadın dergisini karıştırıyorum. Bir yandan da kadınların moralleri bozuk olduğunda vitrin gezerek, dergi karıştırarak ya da kuaföre giderek bunu yendikleri söylentisinin yalan olduğunu düşünüyorum. “Hayır bu kadar yüzeysel değilim” diyorum kendime. Yarım saat önce eşimle, benim 4, onun 3, toplam 7 cümleden oluşan hayli kısa ama sarsıcı şiddetteki kavgamızı edip, gözyaşları ile araba kullanarak randevusunu dünden aldığım röfle işlemi için kuaförüme gelmiştim. Saatlerce kafamda paketlerle oturma ve sürekli kavgamızı ve ilişkimizi düşünme fikri ise şimdiden beni yormuştu. Görünürde tipik bir ebeveyn kavgasıydı, gece uyumayan ve gündüzde “terrible two” denilen döneme yaklaşmış olmasına yorduğumuz ağlama krizleri yaşayan kızımız bizi de tüketmişti. Ama ona kızamayan bizler birbirimize kızıyorduk. Ama derinlerde daha da kızgın ve sandığımızdan daha da yorgunduk. Eşim sürekli çalışmaktan, kendine hiç zaman ayıramamaktan, sonra da geceleri yatağında bile rahat uyuyamamaktan bezmişti. Yorgundu. Ben de yorgundum ama sadece dünden, bugünden değil, gelecekte de kızımın kavgalarımızın baş kahramanı olacağı düşüncesinden yorgundum. Çocukların evlilikleri hem güçlendiren hem de yıpratan şeyler olduğu düşüncesini ise beynimden kovmaya çalışıyordum. Ben dergi karıştırıken düşünceler nehir gibi akıyor. Acaba akşam konuşsak mı? Neden kızımız yüzünden kavga edelim sorunsalını irdelesek mi? Ama zaten yorgun gelecek büyütmesek mi? Hayat böyle mi gidecek? İkinci çocuğa hayır! Zayıflamam lazım. Yeni bir çizme istiyorum, şu elbise harika, bu çanta çok mu pahalıdır.....
Zaman ilerledikçe gözlerimin şişi azalmaya, sinir katsayımda düşmeye başladı, tam evet geçti derken eşimden bir telefon geldi.
-Ne zaman eve döneceksin?
-Niye, ne oldu?
-Ben işe gidiyorum. Kızım çok huysuz, birşeyi var bu çocuğun, fazla yalnız bırakma
-Tamam!
Tamam diyorum çünkü röfle yaptırmaya geldiğimi ve bunun benimkisi gibi bir saç için toplamda 5 saat sürdüğünü ve geçirdiğim 2,5 saati düşersek daha 1,5 saat daha süreceğini söylemem yeni bir gerginlik konusu. Kafamda paketlerle eve gitme kararı almadan önce evi arıyorum, bakıcısı kızımın babası gittikten sonra televizyonda teletubbies seyretmeye daldığını ve babasına mızmızlanmak harici bir sorunu olmadığını söylüyor. Panik yapmaktan vazgeçiyorum. Kuaförüm Yılmaz saçlarımı tamamlarken 2 kahve, kapı önünde soğukta içilen birkaç sigara ve bende olmayan eski sayılardan birkaç kadın dergisi hatmetme sonrası bakımsızlıktan kurtulmuş, sabah ki kavgamı unutmuş bir vaziyette eve yollanıyorum. İtiraf ediyorum ki saçlarımın bakımlı hali beni mutlu ediyor. Evet galiba yüzeyselim. Akşam eşim eve geliyor, tavır koymamaya çalışıyor ama gerçekte de hayli soğuk takılıyorum. Yemeğini yedikten sonra mutfakta bana sarılıyor ve 7 cümlelik kavgamızın sözsüz ateşkesini imzalıyoruz. Belki de bazı şeyleri çok irdelememek iyidir diyorum. Kavganın güzel yanı barışmaktır, kuaför teorisi doğrudur ve yüzeysel takılmak her zaman daha iyi sonuç verir diyerek kapatıyorum.

13 Kasım 2008 Perşembe

Bana karşı "ben"

Herkes hayatı iki kişilikli yaşar bence: bir ben, bir de olmak istediğim ben diye. Yani aslında herkesin bir asıl olduğu kişilik ve sahip olduğu yaşam var, bir de olmak istediği kişilik ve hayal ettiği yaşam. Çoğumuz bu ikisini kesiştiremez ve hep içimizdeki uktelerle tamamlarız hayatı. Kesiştirebilenler hayatta başarı ve mutluluğa eriştiğine inandıklarımızdır, ya da bizim öyle algıladıklarımız.Mesela ben bayılıyorum hayatı bir ajanda titizliği ile yaşayanlara, gelecek ay ağda randevusunu defterine yazıp atlamayan, 6 ayda bir jinekolağa, senede iki kez dişçiye, belli bir yaşın üstünde iken her sene check-up yaptırmaya gidenlerin hastasıyım. Hiçbir faturayı unutmayan, iade edilmemiş kitapları, cevaplanmamış maili, neden aramadın diye küsen arkadaşı olmayanlara bayılıyorum. Dip boyasını asla farkedemediğimiz, tırnaklarını bakımsız göremediğimiz, saçı sürekli fönlü gibi dolaşanlar, arabası her daim pırıl pırıl olanlar, market alışverişini asla geciktirmeyenler, akşama ne pişireceğim diye öğleden sonra kafa patlatmadan yemeğini hazırlayabilenler, ödevlerini, işlerini son dakikaya bırakmayanlar, her sabah duş alıp sinüzit olmayanlar, gece kaçta yatarsa yatsın sabah erken kalkanlar: soruyorum başka gezegenden misiniz? Yaz kış ipekli ya da saten seksi gecelikleri ile yatağa girenleri, evde bile şık olanları, kapıcıya bile saçını taramadan, rujunu sürmeden kağıyı açmayanları, bir dolap dolusu kıyafet önünde hala giyecek birşey bulamamaktan yakınmayan ve her yere ne giyeceğini gayet iyi bilenleri, alışverişte hep ihtiyacı olan şeyleri alanları, her kıyafetini doğru kombinleyenleri, haftada 4 gün spora gitme azmini gösterenleri de çok kıskanıyorum. Hele yemek yemeği dozunda bırakanları, akşam 6'dan sonra yemeyenleri, ikiz bebek doğurup dal gibi kalanları gördükçe daha fena oluyorum. Okumak istediğim binlerce kitabı zaten okumuş olanlar, bir konunun uzmanı olanlar, bir mevzuda ilk danışılanlar benim ikoncanlarım. Kısacası böyle biri olmak istiyorum yani bunların hepsi olmak! Çok şey mi istiyorum ? :) Efendim duyamadım? Hepsi olmak zaten elimde mi? Evet biliyorum ama olamıyorum işte. Çünkü ben neysem oyum, ötesi yok, "bir ben var benden içerü" durumu yok. Üniversitede iken kankim bana "senin gün gelip de işe gidebileceğine inanamıyorum, nasıl olacaka bu?" derdi, çünkü tam bir gece kuşuydum ve sabahları kalkma problemim vardı. 5 yıl süren çalışma hayatından sonra işi bırakınca özüme döndüm yine, yani yine sabahları kalkamıyorum. "Mevcut ben" baskın çıkıyor, "olmak istediğim ben" güdük kalıyor ne yapayım?Kendime bayılmıyorum sadece yapabildiklerime, yetiştirebildiklerime şükredip, mevcut benle mutlu olmaya çalışıyorum (bknz "şükredebilmek" konulu yazım). Ama daha iyi olabileceğime, olmak istediğim bene ulaşabileceğime de inancımı yitirmiyorum (ümit fakirin ekmeği ne de olsa). Ama hayal kurmak eğlencelidir, benim hayallerimi de bu olmak istediğim ben halleri dolduruyor, hayali bile beni mutlu ediyor :) Hadi siz de düşünün olmak istediğiniz "siz"i ve biraz hayal kurun!

Şükredebilmek

Arabada iş saati trafiğinin hemen ardından, arta kalan trafikte, Avrupa yakasına bir arkadaşıma gidiyorum. Can sıkıntısından vefat etmeyeyim diye de müzik dinliyorum. Radyolardan sıkılınca da kardeşimin bıraktığı Deniz Seki cd'sini çalmaya başladım. Bir şarkısı var "hayat bana ne verdi ise şükrederek yaşadım" diye, çokça tekrarlamış. Sonra nedense dün markette gördüğüm ufacık, yoksul görünümlü teyzenin bir kutu vişne suyu ve iki parça yiyecekle kasa sırasında beklerken markete yeni giren ama ondan biraz daha dinç bir başka teyzeyi selamlamasına kulak misafiri oluşumu hatırladım. Teyze arkadaşına Allah'a şükürler olsun iyiyim diyordu. Yani genç ve doyumsuz halimden utanmış ve acaba gerçekten şükredecek kadar iyi mi diye düşünmüştüm. Sonra bu şükretme meselesine kafayı taktım. Ne kadar güzel bir telkin ve yaşama sarılma yolu olduğunu düşündüm ve de buna benzer pek çok inanışımızın... Yani "İnşallah, Maşallah, Allah kısmet ederse, şükürler olsun, buna da şükür "olmasa hayata nasıl tutunuruz, nasıl kötü geçen günlerin ardından yarından ümidimiz olur ki? Farkettim ki birşeylere inanmayanlar için yaşamak, neye inanırsa inansın birşeye inananlardan, daha zor. Haline şükretmenin içinde daha kötü olma ihtimalinin bilinci, elindekilerin kıymetini bilme hali, daha iyi olma ümidi, "çıkmayan candan ümit kesilmez", "gün doğmadan neler doğar" bilgeliği, kendini önemsemenin frenlenmesi, dünyada başka acıların var olduğunun farkındalığı, kadere inanmanın verdiği biraz tembellikle birlikte iç rahatlığı ve daha neler neler var. Yok hayata sadece kadercilikle bakacak kadar şapşal, bir şeylere inanırken at gözlüklü değilim. Ama şükredebilmek güzel, şükretmeyi bilecek kadar yaşamı anlamak güzel. Üstelik herkesin şükredecek birşeyleri var. Şükretmeyi dile getirmeyenler bile içlerinde herhangi birşey için umut taşıyorsa aslında şükrediyorlar diye düşünüyorum. Hayattan ümidi olan, haline şükredebilen herkesi kutluyorum. Bugün karamsarsanız, şükredecek hiçbirşeyiniz olmadığını düşünüyorsanız lütfen sağlıklı oluşunu ya da sadece hayatta oluşunuzu kutlayın. Ne de olsa hayatın ucuz, yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğu trafikte yaşıyoruz değil mi?

12 Kasım 2008 Çarşamba

Çeşitleme

Geçenlerde tavsiye ettiğim kitaplar, filmler yazımı okuyanlar için haber vereyim dedim: yeni aldığım kitaplardan Buket Uzuner'in "İki Yeşil Susamuru" kitabını bitirdim (bloğumu yazamadığım zamanlarda ne yaptığımı anlamışsınızdır). Valla adı biraz abuk olsa da hatta bu adın verilmesine sebep olan olay da abuk olsa da kitabı beğendim. Artık aşk 70'li yılların kalıplarında yani bir erkek bir kadın arasında sadece kavuşamama üzerine kurulu şekilde yaşanmadığı için (kitap 80'li yıllarda geçse de) şimdiki zamanı da iyi yansıtan bir roman olduğunu düşündüm. Bence kadınların okuması gerekiyor, özellikle boşanma yaşayanların, çocukları olanların, ilişkilerinde kendini sorgulayanların bazı cevaplar bulabileceğini düşünüyorum. En güzel tarafı da şu tespit "bir adamı değerlendirirken önceki ilişkilerini referans alacaksın" yani adam nasıl kadınlarla beraber olmuş anlayacaksın, sonra sana göre mi değil mi değerlendireceksin. Çok farklı iki kadın tipi varsa hayatında bileceksin ki adam bu kadınlardan birini kandırmış, onunla iken aslında olmadığı biri gibi yapmıştır. Değerli bir bilgi!
Neyse kitabı okuyun görün derim, bu arada kitaptaki Mike a bayıldım, çok hoş bir karakter deyip biraz daha merak uyandırayım.
Blog yazımı bu kadar geciktirmeme gelince valla elektrikler kesikti diyemeyeceğim ama öğrenciyim çok ödevim oluyor deyip, bu yaşta eğitim hallerime gülenleri gene güldereceğim. Bitmiyor anasını satayım şu ödev verme halleri. Bir de SPSS gerekliliği çıktı, ne yapıcam bilmiyorum, prensipte korsana karşıyım ama lazım diye eve binlerce dolar verip SPSS mi alıcam bir ders için? Oh Allahım of, yazıcıoğlu pasajı yolları taştan sen çıkarttın beni beni baştan.
Bir başka önemli mesaj dostlara: Dedikodu yapmayın yaptırmayın! Bu da nereden çıktı değil mi? Efendim bendeniz de dahil olmak üzere dedikodu seviyoruz, gönül rahatlığı ile itiraf edelim. Ama dedikodu yapmayın derken ahlaki olarak yapmayın demiyorum, rasyonel olarak yapmayın diyorum. Şunu fark ettim ki sizin çene çalmak maksatlı yaptığınız her dedikodu aleyhinize delil teşkil ediyor. Üstelik ne zaman yaptığınızın önemi yok, çünkü dedikodunun zaman aşımı yok. Beraber dedikodu yaptığınız kişinin kötü niyetli olması da gerekmiyor üstelik. Arkadaşınızın ağzından kaçırması ya da siz dedikodu yaparken hakkında konuştuğunuz kişinin bir anda arkanızda belirmesi olası şeyler. Siz siz olun hakkında konuştuğunuz kişi bir gün söylediklerinizi duyarsa lafınızın arkasında duramayacaksanız asla dedikodusunu yapmayın, hatta biri size yaparsa yaptırmayın siz o kişi hakkında hep iyi konuşun, konuşanı da "ay lütfen öyle deme" falan diye uyarın. Hatta daha da ötesi kötü olmayan, sadece varolanı konuştuğunuz durumlarda bile mümkünse başkaları hakkında yorum yapmayın. Kimseye koz vermeyin, dedikoduyu sizinle yapıp sonra senin için böyle dedi diyebileceğini unutmayın. Kendinizden bahsedin, karşınızdakine hayat nasıl gidiyor diye sorun, eşeleyin bir sohbet konusu çıkar elbet. Dedikodu kolay sohbetin anahtarı olsa da, insanlar kendi haklarından konuşmaktan, kendi sorunlarını eşelemekten kaçmak için başkaları hakkında konuşmak kolay gelse de yapmayın, zoru seçin. Beni soracak olursanız, deniyorum. Bunu düstur edindim, çabalıyorum. Gerçi itiraf edeyim, hiç kimse ile ilgili dedikodu yapmamaya çalışmak insanı zorluyor. Meğer ne çok başkaları hakkında konuşuyormuşuz, bunu hayatından çıkarmaya çalışınca insan iki düşünüp bir konuşuyor vallahi :)
Bir de Mustafa filmi hakkında konuşacağım, malum pek popüler bir tartışma mevzusu ya... Gerçi filmi görmeden önceki konuşmalar saçma oluyor diye kocama bile fikir yumurtlamadım ama ben filme gidesiye kadar konu eskiyecek diye şimdiden bir ön fikir beyanı yapayım. Ben Atatürk'ü lider olarak, bugünkü yaşamımda şükrettiğim şeyleri bana sağlayan adam olarak seviyorum ama tabulaştırmıyorum. İyi bir liderin de insanüstü, her yönüyle kusursuz, idealize edilmiş olması gerektiğine inanmıyorum. Bu sadece bir yanılsamadır, tıpkı birine ilk aşık olduğunuzda sanki o hiç tuvalette osurmuyor, gece horlamıyor, hiç takıntısı yok sanmamız gibi. Edison'u eleştiren var mı? Adam insanlığa neler kazandırmış mesela berbat bir aşık olsa bu bizi ilgilendirir mi? Hayır! Bu da benzer birşey, Atatürk'ü Türkiye'yi yarattığı, bizlere sağladığı hayat şekli için, özgürlük için seviyoruz, gerisi magazin bence. Benim ona olan sevgim ve minnettarlığım başka şeylerle ölçülebilir değil, bu sebeple Mustafa filminde Atatürk'ün anlatılan yönleri pek de ilgimi çekmiyor (belki de filme koşarak gitmeyişimin arkasında bu vardır). Tabi bu arada reklamın iyisi kötüsü olmaz lafı bir kere daha kanıtlanmış oldu, Can Dündar gişede birinci. Hiç sızlanmasın "anlaşılamadım" diye. Yere vuranların bile hayrını gördü bu kez. Neyse yine de izleyeceğim ben de, sinema da olmasa bile DVD'si gecikmez diye düşünüyorum. Kiralayıp seyrederim, o zaman hala ihtiyaç olursa bir şeyler yazarım ama şimdilik ben benim Atatürk'ümle mutluyum. Gerisi boş diyorum.
Yine daldan dala oldu, artık konuları biriktirmesem daha iyi olacak galiba.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Kitaplar, filmler

Kitap okumayı seviyorsanız, hele benim gibi okuyacak bir kitabı olmayınca kendini güdük hissedenlerdenseniz, kitap alırken en büyük sorun ne alacağınıza karar vermektir. Kitap fiyatları 15 YTL den başlayıp 40 Ytl'lere kadar vardığı için benim kadar sık kitap alan biri hangi kitaba para yatıracağına karar verirken haliyle zevk alacağım birşey olsun, niye bunu aldım diye pişman olmayayım diyor haliyle. DNR, Remzi ya da diğer büyük kitapçılardan birine gidiyor, rafların önünde dakikalar geçiriyor almayı istediğim bir kucak kitabın ancak 2 tanesini almam gerektiği gerçeği ile elemeye başlıyorum. Ön arka kapaklara bakılıyor, özetler okunuyor, o anki ruh durumumla ne okumak daha iyi olur diye tahlil yapılıyor, kitabın fiyatına bakılıyor falan. En ideal durum ise birinin tavsiye ettiği kitaplar, kolayca içeri girip raftan alıp kasaya gidiyorum. Keşke hep tavsiyesine güveneceğim insanlar okudukları güzel şeyleri söyleseler diye hayıflanıyorum. Ama benim kadar sık kitap bitiren fazla insan tanımadığımdan yeni tavsiye almak da zorlanıyorum. İşte bu sebeple son zamanlarda okudukalrımı, gittiğim filmleri, seyrettiğim DVD'leri aktarmak istedim ki seçim yapmak da zorlananlara yardım olsun. Zevkler ve renkler tartışılmaz kuralını unutrmayın, sonra bana kızmayın ama benim tarzımı biliyor ve seviyorsanız siz de hak vereceksiniz.-Buket Uzuner- İstanbullular-Roman: Gerçekten çok hoş (bir hocam tavsiye etti ve bayıldım)-Mine Kırıkkanat-Destina-Roman: Bu yazarı "Sinek Sarayı"ndan beri severim ki o da şahanedir, bunu da sevdim biraz fantastik olmuş ama hoş.-Adam Fawer-Olasılıksız-Roman: Zaten Bestseller ve olmayı da hakediyor bence.-Orhan Pamuk-Masumiyet Müzesi-Roman: Orhan Pamuk severim, tüm kitaplarını okurum, okurken biraz sıkılırım ama sonradan kitaptan belleğimde kalanlar hep iyi şeyler olur. Bu da okunası birşey özellikle aşka hala inanlar varsa. Gene de tartışacak çok şey var bu kitapta, bir de gerçekten böyle bir müze kurulacağına hala inanamadım, anlayan olursa beri gelsin.-Şu anda okumak için ise 2 kitap aldım. Buket Uzuner "İki yeşil su samuru" ve Jane Green "Sahildeki evimiz". Daha yorum yapmak için erken.-Max Payne- Film: Çok anlamsız gitmeyin-Düşes-Film: Bayanlar gidin ve kudurun. Çıkarken adamı boğmak isteyecek ve asla evinize bayan yatılı misafir almayacaksınız.-Boleyn Kızı-DVD: Gerçekten görmeye değer, kadın kadının kurdudur, kardeşlik önemli, vb bir sürü düşünce olacak aklınızda-27 Dresses-DVD: Romantik komedi idi ama ben kıza çok acıyıp ağladım nedense.Şimdilik bu kadar ama devamı gelecek.

Flört Piyasası

Memleket patlayacak, patladı, geliyor geldi nidaları ile ekonomik kriz ve de İMKB borsası ile uğraşa dursun, ben bir arkadaş ziyareti ile aşk borsasına takıldım kaldım. Kendini güvene almış ve hisse senedi harici varlıklara yönelmiş yatırımcı misali, aşk borsasını, uzaktan, ne olduğunu pek umursamadan ama habersiz de kalmayayım diye izlerken içeriden birinin anlattığı olaylarla aslında herşeyden bihaber yaşadığımı farkettim. Tabi ki bekarlar zaten biliyordur ama evli aradaşlar için anlatmayı borç bilirim deyip yazıyorum.
Efendim ben aşk borsası dedim ama aslında aşk falan yok ortada, flört piyasası demek daha doğru. Daha gençleri pek ırgalamaz belki ama 30 yaş ve üstü bekar insanlar ellerindeki birikimleri (yani beden ve yürekleri ile) bu piyasada kazanmaya çalışıyorlar. Voleyi bulup mutlu bir evliliğe kavuşmak isteyen de var, uzun dönemli yatırımcıyım şimdilik sadece ciddi bir ilişki yaşamak istiyorum diyen de. Ancak çoğunluk (özellikle erkek güruhu) spekülator olarak sadece kısa süreli kazançlar peşinde yani seks arıyor. Konuya bodoslama girdim şimdi flashback zamanı.
Dün üniversiteden çok sevdiğim sınıf arkadaşım, çok uzun zamandır yüzyüze görüşemediğimizden kızımı görmek ve arayı kapatmak için bana geldi. Eşimin gece yarısı biten mesaisini de fırsat bilerek uzun saatler boyu bizim balkonda fanlı ısıtıcı sayesinde bol bol yiyip, çay içerek ve sigaralarımızı tüttürerek sohbet ettik. Arkadaşım 6 yıllık bir ilişkiyi nişanlanarak nihayete erdirecekken nişanlısından anlaşamayarak ayrılmıştı ve uzun zamandır da ciddi bir ilişkisi olmamıştı. Karşımda oturuyordu, güzeldi, bakımlıydı, çok iyi eğitimliydi, maddi durumu yerindeydi, işi vardı, 30 yaşında ama 28’den bir gün fazla göstermiyordu ve sormadan duramadım; onun gibi bir bir genç kadın nasıl yalnız olabilirdi? Üstelik gece dışarı çıkma, en popüler mekanlara gitme ve yeni insanlarla tanışma lüksü de varken. “Doğru düzgün adam yok” dedi. Nasıl yani diye üsteledim acaba o da mükemmel adamımı arıyor diye şüphelenerek. “Hayır hayır bırak yakışıklı, eğitimli ya da zengin olmayı, insan gibi insan dengesiz olmayan bir adam bile bulamıyorum” dedi. Sonra da detayları, anektodları ile bugünlerde flört piyasasının nasıl olduğunu anlattı. Bir kısmı asla ilişki istemiyor adamların, tek amaçları yatağa atmak, ilişki isteyenlerde mutlaka bir arıza var, ya ruhsal dengesizlik ya da daha ötesi delilik. Hepsinin ortak noktası ise kendini beğenmişlik ya da kendini bilmezlik. Herkes en çirkini bile top model gibi bir kızla çıkmak istiyor ama evlilik zorlaması hatta aşk zorlaması olmayacak. Yatılıp kalkılacak ama ilişkimiz nereye gidiyor sorusu sorulmayacak. İlişki isteyenlerde de hiçbir şey eskisi gibi değil, kızın içtiği kahvenin parasını bile ödemek yok.Eskiden yani ben de o piyasada iken de erkekler kendini kurufasülye gibi nimetten sayıyordu ama bu durum ayyuka ulaşmış. “Facebook’da bana asılan ama benim yüz vermediğim adam bile iki gün sonra bana “ben galiba hazır değilim diyor, şaşırıp kalıyorum.
-Neye hazır değilsin?
-Yani biz yazışıyoruz ya hani?
-Sen yazıyorsun birşeyler ben de okuyorum eee?
-İşte ben ilişkiye hazır değilim.
-Valla ben seni o gözle görmedim bile, için rahat olsun” deyip konuyu kapatmış ama sinirden de kudurmuş tabi. Ulan yüz vermediğim adam bile kendini ne sanıyor diye. Sonra 2 ay süren bir ilişkisinde adam arabasının bozulup yolda kaldığı bir gün, üstelik de bunu arayıp haber vermesine rağmen onu “doğru söyle kızmayacağım kiminleydin” deyince ardı kesilmeyen kıskançlık krizlerinin artık normal dışı olduğunu anlayıp bırakmış, adamda kızın tüm facebook listesindeki bayanlar ekleme talebi yollayıp arkadaşımı onlara şikayet etmiş. Şimdi bu normal mi? Bir tanesi 2 hafta çıktıktan sonra “hep böyle liseli aşıklar gibi kafelerde mi buluşacağız” demiş yani artık yatalım diyor. Bizimki de öyle işlere balıklama atlayanlardan değil pek prim vermemiş, bu sefer de adam tamam o zaman seninle duygusal birşeyler yaşamaya çalışalım diye saçmalayınca bizim kız biz senle yapamayız demiş. Bir başkası Sunsete gidelim diye tutturmuş sonra da kızların erkeklerin paralarını yemelerinden ne kadar nefret ettiğini anlatmış yani gidelim ama hesabı ödemem diyor. Daha neler neler. Arkadaşımın teorisi şu. Facebook, msn, cep telefonu mesajı insanların cüretini artırıyor. Karşından olsa düşünsen bile asla söylemeyeceğin şeyleri cart diye söylüyorsun. İlişkiler hızlı, aday çok ya çok umursamıyorsun ya kaybedersem diye. Herşey sahte, ortam kaypak. Gay çıkan adamlar, bir sürü kişiyi idare edenler falan bir sürü şey anlattı. Dondum kaldım. Tüm akşamın anektodlarını anlatmaya yer yetmez ama özetle gözüm korktu. Evdeki kocamı, eldeki erkeğimi nadir bir tür, soyu tükenen canlı diye camlı bir bölmeye mi koysam, korumaya mı alsam diye düşünmeye başladım. Çünkü anladığım kadarı ile öyle erkek pek kalmamış, olanlar kapılmış. Allah korusun flört piyasasına yeniden girecek olsam bir daha öylesini bulamam herhalde. Arkadaşım gitti, ben de bunları yazmalı ve kocalarına dırdır eden, hayatından şikayet eden ama aslında herşeye sahip olan evli arkadaşlarımı uyarmak istedim. Piyasa kötü aman elinizdekinin kıymetini bilin diye J Gece eve yorgun gelen kocama yemek sofrası hazırlayıp sürekli gülümseyerek baktım, huylandı:
-Hayırdır niye öyle bakıyorsun?
-Yok birşey seni özledim de
-Hııı
-Seni çok seviyorum aşkım
-Ben de ben de, ama bir kola doldurursan daha çok severim.